Köyün Kahvehanesi

Ertesi akşam bir aksilik çıkmadan gelip geçti. Genç âşık çadırından çıktı, ağır ağır köye doğru yollandı. Akşamın loş­luğu yavaş yavaş ortalığa yayılmıya başlamış evlerde tek tuk lâmbalar yanmıştı. Adnan köy otelinin kahvesini pek yanlız buldu. Bu saatte herkes yemekte veyahud istirahatta idi. Kahve ocağındaki şişman Yahudi karısı Adnan'ı eski bir âşinâ ve dost gibi karşıladı.

Bu çocuk köyün biricik oturacak yeri olan bu kahveye belki yirmi defa gelmiş bir kenara oturmuş ya bir fincan kah­ve içmiş, arkadaşlariyle biraz vakit geçirdikten sonra vazife­sine dönmüştü.

Bu defa daha evvelinden beklenen bir dost gibi aşinalık görmesi nazarı dikkatini celbetti. Hüsn-i zan asaletin karde­şidir. Onun için asıl Türk zabiti bu iltifatı Suzy tarafından yapılmış bir tenbihe hamletti ve gözlerinden şeytanlık akan yahudi karısının getirdiği konyak kadehini içmeğe başladı.

Yarım saat hep böyle geçti.

Yüzbaşı Hüsnü Bey, bu sessizliği bozan ikinci müşteri ol­du, Alay yaverini selâmlıyarak Onun masasında bir sandalyaye oturdu. Bu tesadüf Adnan'ın yalnızlığına karşı ne ka­dar hoş olduysa biraz sonra geçecek aşk macerasına engel olacağı ve Suzy ile Adnan'ın buluşacakları vakit baş başa kalmalarına mâni olacağından da canını sıkmıştı. Hüsnü Bey bu endişeyi giderdi.

"—Adnan Bey, seninle bir domino oynayalım da ben er­ken bölüğe gideceğim!"

"—Pekâlâ..."

Yahudi karısı domino taşlarım getirdi ve iki zabit karşılık­lı vakit geçirmeğe başladılar. Yarım saat daha geçti -ve tam oyunun tatlı bir deminde- kısa boylu, şişman vücudlu, kır­mızı suratlı, kıranto saçlı, burun ve dudaklarından milliyeti anlaşılan yaşlıca bir adam ve onun yanında Suzy gazinoya girdi.

Sevgilisinin yanındaki adam babası Liberman adındaki Polonyalı bir yahudi idi.

Bu yeni gelenlerde zabitlerin oturdukları masanın yanına çöktüler. Hüsnü Bey, Adnan Bey'in yüzünde hasıl olan he­yecanı sezdi.

"— Galiba bu kız çok hoşuna gitti, rengin attı Adnan.!" dedi.

"— Bekârlıktan başka bir şey değil..."

"—Hepimiz bekârız amma bu kadar heyecanlı değil, yok­sa bu kızla bir maceran mı var?"

- Ne münâsebet daha ilk defa görüyorum."

- Gençlik, mazursun oyunumuza devam edelim, ben bölüğe gideceğim!" dedi.

Bu söz Adnan'ı tatmin etti. Arkadaşı gittikten sonra nasıl olsa bir kolayını bulup dildadesiyle görüşecekti. Adnan bu görüşmeyi istikbal içinde lüzumlu ve hayırlı buluyordu.

Renk vermemek kaygusu içinde oyunu güçlükle nihayete ulaştırdı. İki zabit karşılıklı oynarken Liberman da domino amatörü gibi meraklı meraklı oyunu seyrediyordu. Hüsnü Bey karargâha gitmek üzere arkadaşından ayrıldı ve Adnan kahvede yalnız kaldı. Bu fırsattan nasıl istifade edeceğini dü­şünmeğe mahal kalmadan sokulgan herif, sırnaşık ve yılışık bir suratla:

"— Ne kadar ustalıkla oynuyorsunuz!.." diye bir girişgâh bularak Adnan'a yaklaştı.

"— Bu oyunda ne ustahk olabilir ki, basit birşey."

"— Öyle demeyiniz domino deyip geçmeyiniz onun da İnceliklerive kendisine mahsus maharetleri vardır."

"— İhtimal..."

"— Siz aznif bilir misiniz mülâzım efendi?"

"— Bilirim."

"— Ben pek meraklıyım. İsterseniz bir parti oynıyalım."

"— Peki..."

Yahudi o zaman kendisini genç zabite takdim etti.

"— Liberman... kızım Suzy..!"

İki genç sanki iki üç defa buluşmamışlar ve birbirlerini hiç görmemişler gibi yeniden tanıştılar ve birbirlerinn elleri­ni sıktılar. Adnan, kızın babasına karşı takındığı masum tavrı ve bu tavrı temsildeki mahareti gözünden kaçırmadı. İçin­den, ne yaman kız, demeyi de unutmadı.

Öyle ya sanki kırlarda buluşup seviştiği ve pembe yanak­larından buseler aldığı, kendisini oraya davet edip bu plânı tanzim eden bu kız değilmiş gibi delikanlıyı ilk defa görmüş tavrını takınarak mahcup ve edalı, mütereddid ve lâkayd Adnan'a elini uzattı. Resmen tanışmışlardı.

Adnan'la Liberman epey süren bir domino partisi yaptı­lar. Yahudi oyunu kaybetmişti. Genç zabiti lüzumsuz ve mânâsız takdirlere boğuyor ve cam sıkılıp boş kaldıkça evle­rine de gelerek hoş vakit geçirmesini temenni ediyordu.

Aile ocağından senelerce uzak kalmış olan genç zabit bir sığıntının harim-i şeytanetinde teselli uman bir bedbaht gibi bu davete memnuniyet gösterdi. Bunda kendisine hak ver­mek lazımdı.

Liberman'm anlattıklarına göre memleketlerinde zulüm ve cefa çeken hemşerileri Türk Milleti'nin asil sinesinde bü­yük misafirpervelik ve geniş bir refah bulmuşlardı. Liber­man böyle söylüyor ve böyle ikrar ediyordu. Öyle ya, bura­da Erenköy ve Yeşilköy gibi güzel yerler, şirin villâlar ve ha­yat fışkıran bir arazi üzerinde saadet ve refah içinde ömür sürüyorlardı. Bizler ise birkaç saat ileride İngiltere Devle-ti'nin bütün servet ve kudretini temsil eden bir ordu ile ha­yat memat mücadelesi yapıyorduk. Bu mantık silsilesi Türk zabitinin kafasından geçtikçe:

"—Elbette bize karşı minnettardırlar, bunlardan fenalık gelmez!.." diye hükümler veriyordu. Heyhat, bin kere hey­hat... Saf Türk düşünemiyordu ki, karşısındaki insan onun en korkunç düşmanıydı?

Kahveden ayrılmak zamanı geldi. Tâlim Alayı çadırların­dan karanlıkları delip hazin hazin yayılan yat borusu sesleri, vaktin geldiğini hatırlatıyordu. Adnan gitmeğe hazırlanır­ken Liberman genç zabitten rica etmeği unutmadı:

"—Yarın akşam fakirhanemizi şereflendirirseniz bizi minnettar etmiş olursunuz!"

"— Rahatsız etmiş olmaz mıyım?"

"—Estağfurullah!.. Asil bir Türk zabitinin evimizi şeref­lendirerek bir fincan kahvemizi içmesi bizim için ne bahtiyarlık..."

"— Mümkün olursa yarın akşam ziyaretinize gelirim. Hangi evde oturuyorsunuz?"

"— Otuz dokuz numaralı evde..."

Bunu Adnan da biliyordu, Adnan'ın bildiğini şişko yahudi de biliyordu. Fakat bu numaralar zemin ve zaman icabı idi. Yalnız bir şey varsa alay yaveri kendisine kurulan tuzak­tan tamamen bihaber bulunuyordu. Bilâkis sevgilisi yahudi dilberini kendi yuvasında sık sık görmek fırsatını bulacağın­dan sevinç içinde idi. Ayağa kalktı ve yeni ahbaplardan mü­saade istedi:

"— Tekrar görüşmek üzere!"

"— Tekrar görüşmek üzere mülazım efendi!.."

Her şey yolunda idi. Sabah akşam tâlim. Karargâhta biraz yazı ve gün kararınca aşk. Bu gurbet elinde bu, ana baba yuvasından uzak harp ve ölüm diyarlarında böyle bir mazhariyet ne büyük bir saadetti...

Bu defa da günler uzamağa başladı. Yazı yazmak, vazife ile uğraşmak, kırlarda dolaşmak bütün bunlar güçlükle za­manı öldürüyordu.

Zaman.. Duygusu ve sinirleri olmıyan bir varlık... Allah’dan sonra Kâinatın en amansız kuvveti. Yolundan bir an şaşmıyan ve geri kamıyan, ah ve aman dilenmiyen bir kuvvet...

Dünya üzerinde en kuvvetli görünen varlıkları bile ihti­yarlatıp çürüten, çürütüp kokutan ve sonunda toprak yapan bu mefhum tabiî daha bir çok akşamlar idrak edecek ve hattâ Adnan'ın kara talihinde yazılı felâkete de tam vaktinde ulaşacaktı.

İşte şimdi bir akşam daha oldu. Cephede patlıyan top ses­lerinin hazin tarrakaları uzaktan uzağa yayılıyordu. Ortalık yeni bir hüzn ve melale bürünmüştü.

Genç zabitin ruhuna karanlık bir gurbet çöktü. Mikadına gitmek için bir hiss-i kablelvuku kendisine isteksizlik veri­yordu. Bir Türk zabiti bir yahudiye karsı sözünde durmamazlık edemezdi. Onun için Adnan aheste aheste düşünceli bir surette çadırını terk etti. Köyün yolunu tuttu. Orta cadde­ye gelince, evlerin iri İri yazılmış numaralarını okuyordu.

33 - 35 - 37 ve işte 39.. Maşukasının evi...

Burada durakladı. Bahçenin parmaklıklı kapısını yavaş yavaş itti. Bu kapının açılmasiyle iç kapının da kanatları açıl­mış bulunuyordu.

Orta yaşlı, henüz güzelliğinin sihrini muhafaza eden bir kadın iç kapıda misafirini beklemekte idi. Şimal iklimlerinin soğuk beyazlığına Filistin'in hararet ve servetinden pembe renkler katmış olan bu yahudi köylüsü Suzy'yi doğuran ana idi.

Adnan'ı ilk, defa gördüğü halde onu eski bir âşinâ gibi selâmladı ve henüz bir tek eksik olmıyan muntazam ağzının otuz iki dişini gösteren bir yılışıklıkla.

"— Buyurun Adnan Bey!.." diye misafirini karşıladı. De­mek ki çocuğun ismini bile öğrenmişti. Alay yaveri kendisini tanıtmaya lüzum görmeden sordu.

"— O halde siz de Madam Liberman olacaksınız!" dedi. Gülüştüler.

Antrede Liberman'a rastladılar. Bu da alaturka bir selâmla Adnan'ı istikbal etti.

Beraberce eve girdiler. Suzy henüz ortada yoktu. Oldukça muntazam döşenmiş bir salona girdiler.

Burası bir köy evinin odasından ziyade İstanbul'un ol­dukça hali, vakti yerinde ailelerinin kabul salonlarından aşa­ğı kalmayan asri bir salondu. Neden olmasın?

Bu, her karışından servet fışkıran toprak üzerinde bu ara­zinin hakiki sahipleri fakr zaruret, hatta ve hatta bir çokları açlıktan muztarip iken, memleketlerinde bir karış toprağa can veren sefil ve fakir sığıntılar bu memleketin servetinden öyle istifade etmişlerdiki. Göz alabildiğine uzanan geniş üzüm bağlarının mahsulâtı Rişon le Zion Fabrikası'nın nefis şarabına inkılâb etmekte ve zengin keselerden bol paralar bu yaban muhacirlerin ceplerini doldurmakta idi. Badem ve di­ğer mahsûllerden yılda iki sefer mahsul aldıklarından tıka basa midelerine indirdikleri miktardan arta kalan mühim bir kısım her sene zenginliklerine yeni servetler katmaktaydı.

Biz bu vaziyeti bir Türk necâbetiyle bir Türk kafasıyla dü­şündüğümüz zaman bu adamların bize karşı ebedi bir min­net ve şükran altında bulunduklarını zann ederiz. İşte bu zan ve lâkaydi bize koca bir kıtanın elimizden çıkmasına âmil olan sebeplerdendir. Şimdi orada emellerinin tahakku­kunu görerek gurur ve nihvetini arttırmış olan dünkü sefil ve nankör sığıntılar hükümrandır. Bizler unutmamalıyız kî; Türk mehmetçiği Çanakkale'de olduğu gibi Sina Cephesinde de aynı fevkalbeşer (insan üstü) kudret ve cesareti göster­mişti. Fakat cephe gerisinde alçakça casusluklar ve çöllerde isyanlar gibi arkadan saplanmış kahpe hançerler ordumu­zun hızını kesmiş ve bizi beyhude zararlara sokmuştur.

Umuyoruz ve istiyoruz ki; bundan sonra artık yabancı ırk ve dinden insanların bizi gafil avlamasına ve ekmeğimizi yi­yip kuyumuzu kazmasına müsaade etmeyecek, boş bulun­mayacağız. Bundan sonra ne milletten olursa olsun bir kadı­nın aşkına aldanmayacak ve tuzağına düşmeyeceğiz. Vatan aşkı her şeyden üstün olacak ve hayvanı şehvetler o aşka bir leke gelmesine sebep olamayacaktır...

Adnan bu güzel döşenmiş misafir odasında Lui Kenz stili geniş bir koltuğa yaslandı.

Henüz Suzy ortada yoktu. Bu yeni numara çocuğa hir şey sezdirmemek kaygusundan doğuyordu.

Liberman Şark âdeti üzere misafirini yeni baştan selâmladı ve ona bir defa daha;

"—Hoş geldiniz!.." dedi. Bir sandalyeye ilişti ve bir madun tavrı takınarak konuşmağa başladı:

"— Alayınızın köyümüze komşu olması bize ne kadar şe­ref veriyor. Ortalık şenlendi, sizler buraya gelmeden köy ne kadar ıssızdı... Askerler hayat getirdiler. Canlandık."

"— Kalabalıktan hoşlanıyorsunuz demek mösyö Liberrnan?.."

Alay yaveri bu sözleri belki de samimi sanıyordu. Bilmi­yordu ki; böyle riyâkârane samimiyetler ve yalancı tavırlarla bizi ne kadar çok avlamışlar, bizi ne kadar çok aldatarak ağ­zımızdan sözler kapmışlardı...

"— Güm, güm, güm!.."

Cephedeki top sesleri, fasılalı fasılalı karanlıkları deliyor ve gecenin karanlığına yeni hüzünler katıyordu.

"—Alayınız burada yanıbaşımızda olmasa bu top sesle­rinden doğrusu rahat uyku uyumak kabil olmıyacak."

"—Böyle uzaktan gelen top seslerinden de korkar mısınız mösyö Liberman?"

"—Sesten değil, fakat maazzallah bir gün bir güllenin te­pemizde patlamasından korkarız doğrusu..."

"—Düşman buralara kolay kolay ulaşamaz, merak etme­yin..."

''— Ona şüphemiz yok mülâzim Bey!.. Siz çok muharebe­lere girdiniz değil mi?"

“— Tabiî."

"—Harp güç şey."

"—Okadar değil..."

"— Yeniden harbe gitmeniz ihtimali var mı?"

"— Askerlik bu belli olmaz."

"— Orası Öyle.. Alay giderse siz de beraber gideceksiniz değil mi?"

"— Ona ne şüphe, alayım nereye ben de oraya!.."

"— Bu günlerde alayın cepheye gideceği söyleniyor. Doğ­ru mu dersiniz?"

"— Henüz bir emir yok, fakat hazırlık emrini çoktan al­mıştık."

“— Siz giderseniz biz bir dost kaybederiz de..."

Bir dost kaybetmek endişesinin arkasına gizlenerek şu küçük mükâlemeden bir hakikat bilinmeyerek ifşa edilmiş oldu:

Tâlim Alayı da harekete hazırdır ve hazırlık emri almıştır. Bugünkü bu kadar malûmatı İngilizler'e yetiştirirlerse el­bette ceplerine birkaç kuruş girerdi- Kısa günün kârı az olur.

"— Sizinle bir parti aznif oynamayı isterdim mülâzim bey?"

"— Oynayalım mösyö Liberman"

Liberman çatlak ve genizden konuşan sesi odada çınladı: .

"— Suzy!,. Suzy!.. Suzy!.."

Bu ses Adnan'ın ruhunda derin akisler uyandırdı demek ki; güzel kız evde idi.ve şimdi gelecekti. İşte tatlı bir kız sesi cevap veriyor:

"— Geliyorum baba, geliyorum!.."

Ve elinde küçük bir tepsi için konulmuş kahve fincanlariyle Suzy odaya girdi.

Bugün her günkünden daha güzeldi. Parlak ve ince saçla­rını arkaya doğru taramış, altın yumaklar halinde uzanan İpek bukleleri çifte örgü ile arkadan dolaştırarak kulakları­nın üzerine indirmişti. Üzerinde sade fakat çok cazip bir el­bise vardı.

"— Size bir fincan kahve hazırlıyordum da onun için ge­ciktim affedersiniz. Adnan Bey!.." diye gencin elini sıktı. Bu beyaz ve yumuk eller Adnan'ın eline sarılınca müsbet menfi elektrik cereyanlarının kontakları gibi alay yaverinde bir derûnî bir ihtizaz meydana getirdi. Onun için:

"— Teşekkür ederim matmazel."

Derken, sesinde tabiîlikten bir az kaçmış bir titreklik var­dı.

Kahveleri yudumlarken oyuna da başladılar. Suzy Ad­nan'ın oturduğu yere bir sandalye çekti ve gencin yanı ba­şında oyunu seyretmeğe koyuldu. Alay yaverinin aklı oyun­dan ziyade yanı başında duran genç kızda idi. Bu yosmanın vücûdundan çıkan bekâret kokusu Adnan'ın ruhunu tütsülüyordu.

Sayıları gelişi güzel koyuyor ve lalettayin oynuyordu. Ya­rım saat süren partide Adnan kaybetti. Bol bol gülüştüler. Suzy bu fırsatı kaçırmadı:

"— Kumarda kaybeden aşkta kazanır, Adnan Bey!.." de­di.

Bu tatlı ses, neş'eli kahkahaların artmasına vesile oldu. Suzy'nin annesi likör hazırlamakla meşguldü. Liberman da oyundan sonra.

"— Bana beş dakika müsaade ediniz. Suzy misafirimizi yalnız bırakma" diyerek odadan ayrıldı.

Şimdi iki genç bu odada yapa yalnız diz dize ve başbaşa kalmışlardı. Adnan böyle fırsatların her defa kaçırılması bir erkek için ayıp olduğunu düşünerek canlı bulunmıya karar verdi.

"— Kumarda kaybeden aşkta kazanır mı dersin Suzy?"

"— Bu bir darb-ı meseldir Adnan Bey!"

"— Fakat çok güzel bir darb-ı mesel."

Bir elini kızın beyaz eli üzerine koydu, diğer eliyle Suzy'nin beline sarılarak gençliğinin bütün hararetiyle du­daklarından öptü. Bir karşılık görmedi. Böylece belki bir da­kika durdular.

"— Çok güzelsin Suzy."

"— Ona şüphe mi var?"

"— Mesele yok. Demek ki; birbirimizi seviyoruz. Harp bit­tikten sonra benimle Türkiye'ye gelir misin Suzy?"

"— Gelirim Adnan! Senin ebeveynin nerede oturuyor?"

"-—İstanbul'da."

"— İstanbul!.. Güzel İstanbul! Ben onu küçükken, buraya gelirken gördüm. Bosfor'un güzelliği!.. İstanbul'un güzelli­ği!.. Orası, dünyanın incisidir. Adnan Bey!.."

Alay yaveri derin bir göğüs geçirdi. İstanbul, onun mem­leketi, olanca azamet ve güzelliğile hayalinde tecessüm etti. Bu güzel şehrin göklere yükselen zarif minarlerini, babaları­mızın medenî, kudretlerini gösteren büyük mabetlerini ve Marmara'nın yeşil kucağında heybetle uyuyan büyük İstan­bul'u düşündü. Orada doğmuş orada okumuş, orada büyü­müştü. Anası, kardeşleri ve babası orada şimdi kendisinin hasretini çekmekte idiler.

"— Evet Suzy mukadderse harbden sonra güzel İstanbul'a gider orada mesut bir hayat süreriz!.. Ne dersin Suzy?"

"— Büyük saadet olur derim, Adnan!.."

Bedbaht genç Türk!.. Şimdiye kadar yabancı kandan bir kızın hangi erkeği bahtiyar ettiğini bilmiyordu bile!.. Bu gur­bet ellerinde yalnızlığın yabancılığın ve harbin ruhunda ya­rattığı galat hisler, O'na bu yahudi kızının harpten sonra ebedî bir hayat arkadaşı olacağını zan ettirmişti. Heyhat!.. Bu mahlûklar ne kadar güzel ve cazip olsalar nihayet kendi ırk­larından sümüklü birisinin hayat arkadaşı olabilirlerdi, Türk kızlarının altın oluklardan boşanan berrak sesleri ve Türk kızlarının asil ve lâhuti güzellikleri yanında bir yahudi kızı­nın hilekâr ruhu mukayesesine bile tahammül edilmeyen bîr şeydir. Fakat toy bir zabitin bir casusa gönül vermesi hep gafletten bu yolda ve ikaz edilmemesinden ileri geliyordu.

Adnan kızla yaptığı bu kısa konuşmalar esnasında Suzy'nin dudaklarından ve pembe yanaklarından bir çok de­fa öptü. Kızın güzel elleri gencin parlak ve dalgalı saçları üzerinde dolaşıyordu. Hislerinin bu en coşkun deminde Liberman'ın kalın öksürüğü duyuldu. Bu, ben geliyorum habe­riniz olsun, mânasına idi. Gençler birbirinden uzaklaştılar. Aralıklı koltuklarına çekildiler.

Liberman odaya girdiği zaman gençlerin hal ve tavırlarındaki şaşkınlığı görmemezlikten geldi. Suzy'nin annesi bir şişe şarab ile kocasının arkasından yetişti.

"— Adnan Bey, bir bardak şarabımıza tenezzül buyurur musunuz?"

"— Teşekkür ederim madam."

"— Bu şarabı çok seveceksiniz. Buraların taze üzümünden yapılmıştır. Nefasetine emin olunuz!"

Evvelâ iki genç karşılıklı ve sonra dört kişi kadeh tokuşturarak birer yudum şarap yuvarladılar. Hakikaten enfes bir şaraptı. Arz-ı Mev'ud bağlarının üzümlerinden yapılmış olan bu İçki gamlı gönüllere teselli, yorgun dimağlara güya kuv­vet vermekte idi. Adnan bardağı yarıya indirdikten sonra kafasında tatlı bir inşirah ve benliğinde hoş bir inkişaf hisset­ti.

Suzy ile bir daha kadeh tokuştururken fettan yahudi kızı sağ gözünü hafif kırparak ve vücudunun üst kısmına şehvetengiz inhinalar vererek:

“— Afiyetinize Adnan Bey!.." dedi.

"— Afiyetinize Suzy!"

Böylece yudum yudum, kadeh kadeh içtiler. Şarap buhar­ları kafalarda türlü hayaller yaratmakta idi. Adnan senelerce ana kucağından uzaklarda. Bu gurbet ve doğuş sahasında duyduğu yalnızlığı bir an için unutur gibi oldu. Neş'elenmişti güzel kız ve güzel kızın annesile babası da misafirlerini teşvik etmek için içmekte idiler. Keyfi yerine gelen genç zabit yahudi dilberine yavaşça sordu:

"— Müzik sever misin Suzy?"

"—Pek çok..."

"— Hangi parçayı çalarsın?"

"— Yazık ki ben birşey çalamam. Fakat eğer isterseniz size şu eski gramafonomuzla bir kaç plâk dinletebilirim..."

"—İyi edersin."

Köy evinin odasında borulu ve eski bir gramafon oldukça iyi parçalar çaldı.

"— Plâklarınız hep Almanca Suzy..." Ana dilimiz Almanca'dır. Harp bittikten sonra yenilerini alacağız.

Adnan derin derin, mahzun mahzun içini çekti.

"— İnşallah!.." dedi... Sesinde tuhaf bir ümitsizlik sezili­yordu. Bu defa Lîberman sordu:

"— Harbin yakında biteceğini umar mısınız?"

"— O kadarını bilmem. Bildiğim birşey varsa, harp bitece­ği güne kadar devam edecektir."

"— Kazanacağız değil mi Adnan Bey?"

Bunu söylerken koca casusun necabetsiz suratında gencin ruhuna nüfuz etmek İsteyen şeytanî bir tecessüs belirdi. Bir ordu zabitinin haleti ruhiyesini ve harp hakkındaki fikrini öğrenmek ve bu malûmatı düşmana yetiştirmek kâfî derece­de ehemmiyetli bir vazife idi. Bir casusluk vazifesi...

Kahraman genç ırkının vârisi olduğu asalet ve necabete uygun bir cevap verdi.

"— Elbette kazanacağız... Onun için kan döküyoruz..."

Vakit ilerlemişti. Köyde ses-seda kalmadı yine cephede kesik kesik, uzaktan uzağa top sesleri ve yine karargâhta ha­zin hazin yat borusu..

.

"— Vakit geldi müsaadenizle."

"— Biraz yemek yiyip öyle gitmez misiniz?"

"— Teşekkür ederim geç gitmeliyim."

"— Her zaman bekleriz."

Mutad merasimden sonra Adnan bahçeye çıktığı vakit kendisini epey sersemlemiş buldu. Berrak Filistin semasının parlak yıldızları yere düşecek zannediyordu.

Bahçe kapısına geldikleri vakit iki genç yalnız kalmışlardı.

"— Yine gel Adnan her gün gel olmaz mı?"

"— Üç gün sonra yine gelirim Suzy."

"— Uzatma, yalvarırım..."

Yine çıldırtıcı bir cilve ile genç zabitin elini sıktı. Kıvrıldı, kıvrandı, büküldü ve ayrıldılar. Türk çocuğu çadırlara hafif tertip sallanarak geldi.

Aynı sesler kendisini karşıladı.

"—Dur! Kimdir o!"

"— Yabancı yok, alay yaveri!"

Bu suretle aynı ihtar kendisine tekrar edilmiş oldu:

Harp sahasındadır, vazife başındadır...

* * *