BUGÜN MÜSLÜMAN OLARAK BEN NASIL OLMALIYIM?

BUGÜN MÜSLÜMAN OLARAK BEN NASIL OLMALIYIM?

CEVAB: ĞARÎB VE KARÎB OLMALIYIZ; ĞARBÎ VE KABRÎ OLMAMALIYIZ.

Eveet, başlangıçta İslam Dîni bir ferdden yani Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'den başladı; tek tek insanlar davetine icâbet ettiler.

Davetine icâbet edenler: İman, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın dinine teslim olmak, yani Müslümanlık, insanlara karşı son derece samîmî olmak gibi güzel ahlaka büründüler.

Buna icâbet eden Müslümanlar, tek tek çok uzaktan parmakla gösterilirlerdi. Sâir insanlar onlara bakıp hayran olurlardı.

Kimisi kıskançlık akrebinin zehirine yakalandı, iğrendi; onlarla alay etmeye başladı.

Kimisi de o güzel ahlak, hal ve yaşantılarına bakarak imrendi. Zaten kendileri, bütün insanları imrendirmeye sevk ederlerdi. Ama meydan okumakla değil, güzel ahlaka bürünmekle, taat ve ibadetle meşğul olmakla insanları imrendirirlerdi. Yani doğru söz söylemeyi, dürüst muamele yapmayı prensip ve âdet edindiler.

Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Dîni, onların hal, ahlak ve yaşantılarını ve İslamiyeti kabul etmelerini, dilleri ve örf âdetleri bilinmeyen ğarib bir memlekete düşen bir ğurbetçiye benzeterek:

بَدَأ الاِسْلامُ غريبًا "İslam Dîni, örnek olmak hasebiyle ğarîb olarak başladı." buyurdu.

Burada İslamın zuhur ettiği ğurbet diyarını tanımalıyız: İslamın zuhurundan önce Arablar vahşet halinde yaşamaktaydılar. Bu vahşet hali Arablara mahsus olmayıp bütün dünyayı kapsamış bir vahşetti.

Roma Devleti'nde "HIRS" ğalebe çalmıştı.
HIRS: servet, riyaset gibi güçleri, ilmi şahıslara tahsis etmek, ğayrini alçak görmek demektir, her türlü hileyi kullanıp serveti avlamaktır. Bugünkü kibar ismi "KAPİTALİZM" dir.

Pers Devleti'nde "HASED" ğalebe çalmıştı.
HASED: varlıklıların sahib oldukları serveti ellerinden almaya çalışmaktır, yani servetleri umuma dağıtmaktır. Bugünkü kibar ismi "SOSYALİZM" dir. Bunlara göre her şey herkesindir. Herkes de devletindir. Herkes devlettir, demektir.
Hırslı kimseler riyâseti ele geçirince, reâyâyı ayaklandırmaya çalışırlardı.
Kıskanan, hased eden kişiler riyâseti ele geçirince reâyâyı ayaklandırmaya çalışırlardı.
Hâsılı üste gelen sabit, reâyâ harekette. Her iki sistemde de, sükûnu da hareketi de idare eden servet sahibleriydi.
Arab gibi Pers ve Roma'ya tâbi' olmayan insanlar, hırslıların zulmünden hasedcilere, hasedcilerin zulmünden hırslılara sığınırlardı.
Böylece dünya, bir av ve avcılık manzarasını andırırdı; öldürmeler, çalmalar, namusun paylaşılması, fuhuşun revac bulması haline gelmişti.
İşte bu manzarada Muhammed sallallâhu aleyi ve sellem, Allah Subhânehu ve Teâlâ'dan aldığı vahiyle halkı, insanları hidayete, Tevhîde davet etti.
Daveti çok ğarîb (numûne) olduğu gibi davetine icâbet edenlerde çok ğarîb idiler.

Davete icâbet eden Müslümanlar da:

1- İman ve ihlas şartıyla takva, yani Allah Teâlâ'nın yasaklarından kaçmak, emrlerini yerine getirmek,

2- Bütün amaçları Allah Teâlâ'nın rızasına bağlayarak bütün menfaatleri, mükafatları Allah Teâlâ'dan dilemek,

3- Taat ve ibadetleri icra etmekte, doğru söz söylemekte, dürüst alışveriş yapmakta, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamakta, hiçbir zulüm ve tecebbüre girmemekte sabır,

4- Doğru ve hakka mutabık inanması gibi söylemek ve söylemesi gibi yaşamak yani sıdk,

5- İslam Dîni'ne aykırı tüm örf ve âdetlerden temizlenmek,

6- Mahluktan karşılığını beklemeksizin mevcud olan maldan az çok Allah yolunda harcamak yani infak,

7- Yapılan hatalardan, günahlardan dolayı yahud ğaflet yahud eksiklik halinde ödenen taat ve ibadetten, her üç saatte bir kere, özellikle seher vaktinde yani fecirle güneşin doğuşu arasında istiğfar etmek vasıflarıyla Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in davetine icâbet eden Müslümanlar yani ashab-ı kiram "ĞARÎB" olarak tanındılar.

بَدَأ الاِسْلامُ غريبًا "İslam, beğenilip parmakla gösterilen ğarîb = örnek olarak peydâ oldu = neş'et etti." Hiç benzeri olmaksızın İslam Dîni başlayıp ortaya çıktı.

وَسَيَعُودُ كَمَا بَدَأ "Ve son zamanda da elbette başlangıçta peydâ ve neş'et olunması hali gibisine dönecektir."

المُسْلِمُ اِمَّا غريبٌ فقريبٌ مِنَ اللهِ وَاِمَّا غرْبيٌ فغبْريٌ

"Müslüman ya ğarîbdir, Allah'a karîb (yakın) dir. Ya da ğarbî (batılı) dir, ğabrîdir, yani helak olmuştur."

İtikadda ğarbî olursa kafirdir. Tabiat ve ahlakta ğarbî olursa, nifak şubelerinden bir şubededir. Giyim kuşamda ğarbî olursa, büyük bir tehlikededir. çoğu zaman dış içe inkilab eder. Takva bir kimse fâsıkların giyim kuşamında bulunsa, fâsık olabilir. Aynı zamanda fâsık, takva sahibi gibi giyinse şekâvetten kurtulabilir.

Zikredilen bu yedi hasletle beraber Müslüman ğarîbler:

1- Sık sık tevbe ederler.

2- Allah Teâlâ'ya ibadet etmekte sebat ederler.

3- Allah Teâlâ'ya hamd-u senâda bulunurlar.

4- Allah Teâlâ için oruç tutarlar, rûhî temizlikte bulunurlar.

5- Topluca cemaatle namaz kılarlar.

6- Allah Teâlâ'nın hoşnut olduğu şeyleri söylerler.

7- Allah Teâlâ'nın hoşnut olmadığı şeylerden vazgeçirirler.

8- Allah Teâlâ'nın çizdiği hududları korurlar, yani haramı haram olarak tanırlar ve haramdan uzak dururlar.

Bu on beş haslet kimde bulunursa, işte o ğarîbdir; karîbdir. Kur'an-ı Kerim'de Et-Tevbe Sûresi'nin 112. ayetinde bunlara müjdeler vardır.

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bu on beş haslet itibariyle yaşayan ferd ya da toplumu müjdeleyerek:

فطوبَى لِلغرَبَاءِ "Mutluluk ve müjdeler ğarîb yaşayanlara mahsustur." buyurmuştur.

Kur'an-ı Kerîm'de bu hasletlerle yaşayan Mü'minlere müjdeler vardır. Nitekim hadîs-i şerifte:

وَهُمُ الذِينَ يُصْلِحُونَ مَا افسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِي مِنْ سُنَّتِي "Ve ğarîb kimseler de öyle Müslümanlardır ki, halkın terkettikleri sünneti en azından yukarıda saydığımız on beş hasleti ıslah ederler = on beş hasletle amel ederler, izhar ederler." buyrulmuştur.

İbnu Mes'ûd radıyallâhu anh diyor ki:

خَط لنَا رَسُولَ اللهِ صلى الله عليه وسلم خَطا ثمَّ قالَ هذا سَبيلُ اللهِ ثمَّ خَط خُطوطا عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ وَقالَ هذِهِ سُبُلٌ عَلىَ كُلِّ سَبيلٌ مِنْهَا شَيْطانٌ يَدْعُو اِليْهِ وَقَرَأ "وَانَّ هذا صِرَاطِي مُسْتقِيمًا فاتَّبِعُوهُ

"Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bize dimdik bir çizgi çizdi; sonra: "Bu Allah'ın yolu = misalidir." dedi. Sonra sağında ve solunda eğri küçük çizgiler çizdi. Ve: "İşte bu da yollardır. Her bir yol üzerinde halkı benliğine davet eden bir şeytan vardır." buyurdu ve {Gerçekte bu dimdik muhkem yolumdur. Ve ona uyun...} mealindeki El-En'âm Sûresi'nin 153. ayetini okudu."

سَبيلُ اللهِ 'den murad, mukavemetli din ve dimdik olan yoldur, doğrusu, gerçek itikad ve salih ameldir. Bu ise adedlenmediği, birçok cihetleri olmadığı için hak ve gerçektir. Ancak cihetlerinin değişikliği, derece ve makam itibariyledir ki, ilim ve ameli ile ahiret yolunun yolcusu onda sülûk eder, yükselir. Artık ayağı ondan kayan, yüksek mertebelerden düşüşü nisbetinde yoldan sapmış olur = maksadından geri kalır. Şu halde: "Herkes sırât-ı müstekîm üzerinde olduğunu iddia eder. Kişinin sırât-ı müstekîm üzerinde olmasının şahidi nedir?" diye sorulursa,
Şöyle cevab veririz: Bu iş iddiayla değildir, yahud da kısır vehmi kullanmakla da değildir, bâtıl sözle de değildir. Bilakis hak ve doğru yolun üzerinde olmanın alâmeti, yine nakildir. Mesela kişinin ilmi, itikadı ve ameline bakılır.
Eğer ilmi ve ameli, yiğit ve işin erbâbı olan hadis, fıkıh ve ilk üç asırda yaşayan ulemâmızın sözlerine muvafık ise, hak ve doğru yol üzerindedir, demektir.
Muhalif ise, muhalefeti nisbetinde yoldan sapmıştır, demektir.
Yiğit olan hadis ulemâsı, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashâbının, ashâbından Muhâcir ve Ensarlarının ve bunlara tıpatıp itikad ve amelde uyan tâbi'lerinin sözlerini, hal yaşantılarını, fiillerini, hareket ve sükûnetlerini, başta İmam Buhârî, Müslim ve ehli hadîsin kendilerine itimad ettiği zevatlar, kitaplarında tesbit ettiler.
Sonra tesbit ettikleri müşkül lafızları, manalarını, yine başta Ebû Süleyman Hattâbî, Muhyussünne el-Beğavî, Muhyiddîn Nevevî gibi birçok zevatlar izah ettiler. Lafzı tevâtür ve senedle naklettikleri gibi, lafzın hangi manada kullanıldığını da yine tevâtür ve senedle tesbit etmektedirler. Artık bunlara muvafık, hak ve doğru yoldadır; muhalif ise, sapmıştır, demektir. Ve binnetice "hutûtan" = sağdaki ve soldaki yan çizgilerden murad ise, ehli bid'atin yollarıdır.

Bu hadîse binaen rahatlıkla diyebiliriz ki, dîne davet iki sûretledir:

Birincisi, ashâb-ı kirâmı ve ashabtan gelen meselenin senedini ve hadis metnine ulemânın vermiş olduğu izahatı sarf-ı nazar ederek heva ve hevesine uyup, din vasıtasıyla halkı kendi benliğine davet ederek meseleyi izah etmek ve meseleye felsefî görüşleri karıştırmaktır. İster bunun ismi sağ olsun, ister bunun ismi sol olsun, ne olursa olsun, görüş sahibi ve görüşü, indî, aklî ve felsefî olduğundan, merduddur.
Bu itibarla ehli bid'atin yolları, sağa sola meylli, ifrat ve tefrit içerisinde tahakkuk eder; birçok taksîratlar, birçok şerre meyl ve haddi aşmakla vasıflanır; Kaderiyye, Cebriyye, Havâriciyye, Râfiziyye, Muattıle ve Müşebbihe mezhebleri gibi. Ve bu tip insanlar,

وَمَنْ اضَلُّ مِمَّن اتَّبَعَ هَوَاهُ بغيْر هُدًى مِنَ اللهِ

"...Allah'tan bir yol göstermek olmaksızın kendi heva ve hevesinin peşine düşen kimseden daha sapkın kim var?."

mealindeki El-Kasas Sûresi'nin 50. ayet-i kerîmesiyle zemmolunmaktadır.
Dîne davetin ikinci sûreti, mücerred ihlas ve teslimiyetle kendi benliğini ortadan kaldırıp, halkı, dînin benliğine, ashabtan tevâtürle gelen senede ve ulemânın metne vermiş olduğu izaha davet etmektedir. Hak ve doğru yol budur.
Ehli Sünnet vel'Cemaatin hepsi bu yolda sebatla sülûk ettiler, ifrat ve tefritten sakındılar; akıllarını, heva ve heveslerini, istek ve arzularını, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in benliğine davet ederek,

لا يُؤْمِنُ احَدُكُمْ حَتَّى يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جئْتُ بهِ
"Sizden biriniz, hevâsı = istek ve arzusu, onunla gelmiş olduğum hükümlere tıpatıp uyuncaya kadar iman etmiş olmaz." emr-i şerîfine uydurdular. Yani akıllarını, istek ve arzularını, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in, ashab, tâbiîn ve tebe'-i tâbiîn vasıtasıyla gelen hadislerinin peşine düşürdüler, sözlerini anlamaları için akıllarını kullanıp aracı ettiler.

Biz dahi akıllarımızı kullanarak o büyük imamların sözlerini anlamaya çalışmalı, ona göre de amel etmeli, ihlas üzere buna devam etmeliyiz;
ve Tevbe Sûresi'nin 112. ayet-i kerîmesinin ve

"Mutluluk ve müjdeler ğarîb yaşayanlara mahsustur."

hadîsinin tebşir ettikleri ğarîb Mü'minlerden olmalı ve onlara karîb olmalıyız.

Rabbim bütün Müslümanlara hidayet nasib etsin...

Selametle...Muhabbetle...


Konular