Nefsime İthafen..!

ey genç; kendini her hevesât sarhoşluğuyla leylâ'sının balkonu altında bulan avâre serseri... nefsin elinde irâdesini yitirmiş zavallı maskara... istikbâlin ne eşliğinde geleceğinin şuûruna erişmemiş, şeytanın ruhuna verdiği gaflet sislerinde boğulan bîçare... gönlün sevdadan yanıyor sanırsın ancak bilmezsin ki bu içerinde hissettiğin çaresizlik ruhunun hakikata susamışlığı, arayışı ve çaresizliğidir... nefsinin şehvet tohumları ekmiş bulunduğu hevesât bahçesinden dışarı ne vakit adımlar atarsın, ancak çıkabilirsin geçmişin girdabından ve o vakit sıyrılırsın yakana yapışmış maddelerden, sana âyine kılınmış varlığın ancak o zaman görürsün arkasını, çözülmeyi bekleyen bilmecesini... uyanmanı bekliyor adımladığın toprak, ayn-ı hakikat ile sesleniyor sana; Hz.Ali radıyallahu anh'a dendiği gibi, o mübarek ağızdan çıkan hakikat yankılanıyor hâlâ...: "Ebu Turab". sen bulutlarla yarışmak için yaratılmadın, başıboş şuûrsuz fikirsiz bir hayvan gibi de olamazsın...










sen kendini alçalttıkça alçalta bilirsin, cisminle de ancak buna layık olabilirsin. aczin kadar fakrınla da, dahi bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyacâtınla da varlığın en aşağısı olmaya müstehâk olabilirsin. nefsin şu susuz kaldığı yahut kendi elleriyle susuz bırakıldığı sahra'da kendince gördüğü serâplarda kendisini akla hayâle gelemeyecek yüksek mertebelerde düşleyebilir... düşleye de dursun. bu riyâ ile, bize yalnızca lûtfedilmiş olan bedenimizde taşıma cüretine kalkıştığımız büyüklenişle, düştüğümüz zilletle, bu gider ayak olduğumuz eksilerin artıları olup olmadığının habercisi olmadığımız sukutumuzla değil bu hayatımızın devamı, hayvanlardan dahi aşağı düşmüş olmamız ve hâlâ şu atmosferi soluyabiliyor olmamız / yükselişimizin imkânının olamayacağı da bilinse, bir lütûftur bize... sen kabullenemesen de, / nefsinin / sırtına yüklenmiş bunca sözlerin içinden bir çıkış da arıyor olsan, bulamazsın; gerçek böyledir... hâl bu iken ve her şey aleyhine iken, senin küçük gördüğün "acz ve fakr" denen korkulu kâbusların sırrında akla hayâle sığmayan güç ve kuvvet; cisminin kaldıramayacağı bir nûr ve sır yüklüdür... evet; sayılıp dökülmekle ve de ömre sığmayacak acz ve fakrında kâinatın karşısında duramayacağı bir kuvvet saklı... işte burun kıvırdığın hakikatlerde; ancak kâmil bir îman'la erişilebilecek bu muazzam değerler mevcuttur...













îman'la kıymet üstüne kıymet görürsün, değer üstüne değer yüklenir zerrelerine... çünkü seni yaratan Rabbin, seni değersiz ve ucuz bir mahluk olarak yaratmamıştır... ancak îman ile anlamlaşır hayatın, muhammedî sallallahu aleyhi ve sellem güneşle çıkabilirsin yaşamının bütün zelîl hücrelerinden gündüze... iç âleminin karanlığından aydınlığa erişmek nûr-u îman ile mümkündür. beden gereksinim duyulmayacak bir araç olmakla yetinecektir onsuz, boş bir kutu, belki yürür gezer bir tabut... yaptığı hiç bir işin mânası bulunmaz, mükâfatı ve kazancı bilinmez bir kulluğun, sadece "kul" hitabının sözlük anlamının dahi bilinmediği o eşref-i mahlûk olarak yaratılmış insan / kendisinde bulunmadığı / aklıyla gururlanacak, gâye-i hayat edindiği o sefâhet hayatında şah-mat oynayacaktır... hiç akla getirmeyecektir ki bu oyunun sonunda kaybedenin kendisi olacağının ve o günün gelmesiyle nefsinin sessizliğinde şah-mat olacağını, Azrail aleyhisselâmın da oyuna dahil olmasıyla... oysa îman ile mâna dolu ırmağa dönüşecektir hayat, imtihan dilimlerinde çekeceğimiz ızdırab dahi inancımız ölçüsünde tat verecektir bize... yürür anlamsız bir tabut değil, açmak için mevsimini bekleyen bir gül tomurcuğu hükmünde göreceğiz kendimizi, yahut maşuk'undan vuslat daveti bekleyen aşık sûreti alacağız...












aklını nefsinle tokuşturduğun kadehlerle yıkamaktan ne vakit kurtulacaksın..? sanır mısın ki şeytanın sana yaptığı bu hizmetler sana verdiği değerdendir, ruhunda görmek istemediği îman'a beslediği düşmanlığındandır, ve dostluğu alnına "gayr-i müslim"dir mührü vurasıncaya kadar olacaktır... silkelen, mâneviyatını işgal etmiş zifti kaldır aklının yer küresinden, îmanın kapısını çalıp durduğu mantığını çıkar hapsedilmiş hücresinden... îman'a bak, ancak öyle anlarsın dönmekte olan dünyanın gayesinin yaşamak olmadığını, yaşatmak olduğunu... gül'ün bir süs değil, belki sevgili'ye benzetilmek istenmiş en güzel çiçek olduğunu ve aslında habibini hatıra düşürmek için ve o kutsal davaya bir haberci de varlığındaki sır olduğunu gören gözlere ilân etmek için varlığını sürdürdüğünü, neslinin tükenmediğini... dört mevsim, ve içinde hâllerin çırpındığı insan. îmanla bakmış olsaydık mevsimlere, anlardık; baharın, varlığın dirilişi olduğunu ve her tür çiçeğin rengarenk günaydın'lar dilediğini lisân-ı hâl ile... ve kışın dahi çiçeklerin açabildiğini. yazında da güzininde de ay ve güneşin küre-i arzı terketmediğini müşahede edebilirdik, görebilirdik mevsim değişiminin onlara hiç bir zaman ilişemediğini ve bundaki sırrı... diyebilirdik; aynen öyle de iç âlemimizde bizi ısıtan, aydınlatan güneşimizin, karanlığa da düşsek bizi ışığından ve nûrundan mahrum bırakmayan dolunayımızın hayatımızda peydâ eden mevsimlerle hiç bir bağlantısının bulunmadığını... eziyetlere de râm olsak, dünyevî güzellikleri de tatsak içerimizde varlığını sürdüren bu kutsal iki varlığımızın hep bizimle olduğunu anlayabilir, şûur ve idrakine varabilirdik... hâsılı îman ile neye ve nerelere baksak mâna dolu okyanus olacaktır o şey / yer. nefsimizin tutsaklığından azâd olmayı beklersek ancak ölümün can evimizin kapısını parçaladığı gün olacaktır serbestiyetimiz, ve ebedî yurdumuz zebanilerin bekçiliğinde yaşamını sürdüren o ızdırab ve fîrak yüklü odunlar üzerinde, alevler içerisinde olacaktır... aklını başına al, îmanı ise beraberinde; aklını başta toplamazsan parçalarını aramak zorunda olursun azâlarında....













cisimden ibâret değilsin sen, taşıdığın bu beden yalnızca kılıf hükmünde ve belki ağzının açılmasını bekleyen bir kafes... zâhir kadar bâtının da var senin, rızkı için nîmetler peşinden koştuğun miden'den ziyâde, ruhunun gıdasını düşünmek ve üstlenmek mecburiyetindesin. asıl zenginlik odur sende, gaye'yi üstlenmiş asıl merkez odur, geceler boyu sayıklanan cehâletin altında ezilen, ehl-i sefâhatin sofralarında tıkadığın zakkumların verdiği elemlerle inleyen çilekeş mazlum... bugünlerin verdiği korkularla yarınlara ümit veren, bugünün sukutuyla yarınların adına izzet ve şeref koyan, bugünlerin fîrakına inat yarınların vuslatına koşmayı dileyen ruhundur... harâbeye dönmüş evinin geriye kalmış ömründe hâlâ eğlence, zevk ve hevesât sarhoşluğuyla fâni ve elemli kahkahalar atmak yerine, o bîçare aklını başına alsan, saniyelik hazlara ruhundaki paha-biçilmez sırrını satmasan, bedenin zevkine düşkünlüğünü, nefsinin ihtiyâcâtından fazlasına olan açlığını daire-i meşrua dışında aramak kadar ebleh ve bedbaht bir tarzda sukuta yelkenmesen, ve her fıtrat üzre olan varlığın elinde sonunda idrakine varacağı gerçeğe, sen geç kalmış bulunsan da o engin rahmet ve şefkat yağmurlarıyla kucak açsan ve îman ile ruhuna seslensen: "hata ettim, aldandım..." her şey değişecek...










ruhundaki sır inkişaf edecek önce, zerrât mânâ dolu zenginliklere erişecek... binler güzelliklerinden yalnızca bir kaçı. yemek yemeye uzanan ellerimizin duâya daha çok yakıştığını, kalem tutmaktan ziyâde tesbih taneleriyle beraber zikre koşan parmaklarımızın daha fazla haz aldığını, yumruğumuzun Rabbimizin düşmanına sıkıldığında nasıl ilâhî bir kuvvetle donatıldığını, başlar okşamaya uzanan ellerimizin şefkat hüzmelerini saçtığını müşahede edebiliriz... daha önce nefsin girdabına yakalanmış olan gözlerimizin çok daha başka fonksiyonlarının olduğunu, çok zaman mikroskobun dahi göremediği şeyleri çok rahat görebildiğini anlayacaksın; evet, bedenimizin zerreciklerden, atomlardan müteşekkil olduğumuzu, fakat her birinin kendi lisânınca Rabbimizi zikrettiğini... ufacık bir çekirdekten koca bir ağacın meydana geldiği doğru, fakat o bütünün içinde her zerrâtın kendince Rabbini zikretmesi, O'na dayanması...











hâsıl-ı kelâm îman ile gaye-i hayâtını anlar beden, ancak onunla kurtulur fâni ideallerden... ve îman ile tartılır hakikat, ancak onunla akıl gerçek potansiyeline doğru yürüyebilir, onunla idrak edilir mantığın asıl kastı, onunla bilinir ve görülür ehl-i gaflet'in "bu îmansız uyuyuşun bu hâl üzre uyanışının olamayacağı"... ve yine ancak îman ile ruh asıl zenginliğine kavuşur, acz ve fakrın zayıflık değil izzet ve şerefe birer asansör hükmünde olduğunu anlar, ruh ve îman ile çözülür asıl sırlar...








...
nasıl ki bir sivrisineği ısırılmasından ötürü duyduğu öfkeyle kovalayan bir insanla, onu bir mikroskopla ilgiyle incelemiş bir araştırmacının o mahlûkta gördükleri çok ayrıdır; öyle de mahlukâta îman gözüyle bakmak çok daha başkadır.

muhammed yıldız


Konular