"Tanrı Fikri" Nasıl Doğdu?

ÖNCE ‘Tanrı’ kelimesi hakkında bir iki kelam etmek isterim. Bu terimi ‘Allah’ isminin yerine kullananlar var. Oysa Allah özel isimdir, tanrı cins isim. Şu evreni, tüm varlıkları ve insanı yoktan var eden yaratıcının zatının ismidir, Allah. Tanrı ise ‘ilah’ terimine karşılık gelir. İlah, tapınılan varlık demektir. Bu varlık bir totem, bir put, bir insan, bir felsefe de olabilir. Oysa ‘Allah’ dendi mi, yaratan ama yaratılmayan, kendine özgü nitelikleri olan, yaratılmışlara asla benzemeyen, bir başkası tarafından var edilmeyen, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan tek varlık hatıra gelir. ‘Kayyum’dur, tüm varlıklar onun var etmesiyle var olmuşlardır ve varlıkta kalmaktadırlar. O kendini ‘Ehad’ diye adlandırmıştır, yani tek, yegâne, biricik, eşsiz, benzersiz, ortaksız.
Ben ‘Tanrı’ lafzıyla ‘Allah’ adının söylenmek istendiğini var sayarak “Allah fikri nasıl doğdu?” sorusunu irdelemek istiyorum.






Hemen belirteyim ki, bu soru biçimi özü bakımından imana aykırıdır, üzerinde maddeci felsefenin damgasını taşımaktadır. Çünkü materyalizme göre ‘Allah’ bir ‘fikir’dir, hariçte vücudu olmayan bir ‘kavram’dır, insan zihninin, tefekkürünün, düşüncesinin ürünüdür. Allah ya da Tanrı ona ‘gereksinim’ duyan insanlar tarafından ‘icat’ edilmiştir. Zira insan, “upuzun evrim sürecinin sonucunda kendiliğinden ortaya çıkan, dik durabilen, konuşan, tüysüz, zeki bir canlıdır” maddecilere bakılırsa. Maddenin evrimleşmesiyle ‘tesadüfen’ ve ‘kendi kendine’ oluşmuştur. Başlangıçta ‘tanrı fikri’ yoktur, insan bilinci milyonlarca yıl içinde gelişerek bu düşünceyi ortaya çıkarmıştır. Bu ‘tüysüz hayvan’ çevreden gelen felaketleri görünce korkuya kapılmış, aşkın bir güce ‘gereksinim’ duymuş, böylece ‘tanrı fikri’ni ‘icat’ etmiş, daha açık söylersek ‘uydurmuştur’ vs.








Maddeci, olgucu ve benzeri düşünme, daha doğrusu ‘inanma’ biçimlerini benimseyenler, İslam imanına büsbütün yabancı olmakla birlikte, evrim sürecinin sonucu olan şu insancıkların nasıl olup da bir yaratıcıya inandıkları ve bir din edindikleri meselesini açıklamaya çalışmaktan da geri durmaz, bu alanda kuramlar ileri sürerler. Çünkü bu, cevabı verilmesi gereken temel sorunsallardan biridir. İnsanlar tüm tarih boyunca bir ‘tanrı’ya inanmış, şu ya da bu biçimde bir din edinmişlerdir. Bu öyle bir gerçektir ki asla göz ardı edilemez, yadsınamaz, yok sayılamaz.









Oysa hak dinlerden birine, özellikle İslam dinine iman eden halis bir mümin, insanın tanrıyı değil, ezelden beri var olan tek ilahın insanı yarattığına inanır. Son ilahi kitaba göre Allah, bir insan yaratmak istemiş, bunu meleklere bildirmiş, meleklerin sorularına cevap vermiş ve Âdem aleyhisselamı yaratmıştır. İlk insan ruhu ve bedeniyle ‘tam bir insan’dır. Allah ona ‘isimleri’ öğretmiştir. O da, meleklerle yarışmasında bu isimleri söyleyerek üstün gelmiştir. ‘Esma’ yani ‘isimler’ tabirini ‘insanın ilk dili’ diye anlamamız mümkündür. Bütün dillerin anası olan ‘kök dil’dir bu. Keza, bu ‘isimler’ daha sonra gelişecek olan bilim ve sanatların da özü ve özetidir. ‘İsimler bilgisi’ bir çekirdektir, bir ağaç gibi zamanla inkişaf etmiştir. Her bilim ya da sanat dalı ilahi isimlere dayanır, onlardan nur alır.










Hiç kuşku yok ki, Âdem aleyhisselama belletilen kelimelerin arasında ilahi isimler de vardır. Bunlardan biri de, bütün ilahi isimleri zımnen ihtiva eden ‘Allah’ adıdır. Şu halde, söz konusu olan ‘Allah fikri’ değil, yaratılıştan hemen sonra bildirilen ‘Allah bilgisi’dir, marifetullahtır. Bu ‘bilgi’ insana vahiy yoluyla doğrudan verilmiştir.








Âdem aleyhisselam ve eşi cennette şeytana aldanmış, hata yapmış, bu nedenle yeryüzüne indirilmişlerdir. Dünyaya gönderilen Âdem aleyhisselam hem ilk insan, hem de ilk peygamberdir. Cennette başlayan vahiy alma süreci dünyada da devam etmiştir. Nitekim yeryüzüne inince, Âdem aleyhisselam Rabbinden öğrendiği kelimelerle dua eder, Allah da onun ve eşinin yalvarışlarına afla cevap verir. Kuran-ı Kerim bize bu süreci önemli ayrıntılarını da belirterek anlatmaktadır.







“Âdem, Rabbinden bir kısım sözler aldı, onlara sımsıkı sarıldı. Bunları söyleyerek hemen tevbe etti.” (Bakara. 37)










SÖZÜN kısası, Âdem aleyhisselam Allah, ahiret, melekler, vahiy, şeytan, günah, sevap, istiğfar, tevbe, ibadet, dua gibi temel ‘dîni’ kavramları biliyordu. İlk insandı ama tesadüflerle ilerleyen bir evrim sonucunda meydana çıkmamıştı. Akıllı, bilgili, donanımlı bir ‘kul’ idi. Tevhit inancına sahipti. Bunları çocuklarına da öğretti.










Zamanla insanlar çoğaldı, yeni aileler, kabileler, kavimler oluştu. Bunlar yeryüzünün muhtelif bölgelerine dağıldılar. Dilleri, adetleri ve yaşama biçimleri farklılaştı. Bazı topluluklar manen gerilediler. Tevhit hakikatinden uzaklaştılar. Gözle görülemeyen bir ilahın yanı sıra görünür ilahlar da edindiler. Evrende cereyan eden harika işlerin arkasındaki ilahi ilim, irade ve kudreti sezemediler. Olup biten düzenli, yerli yerinde, mükemmel fiilleri, işleri, eylemleri, yaratışları sebeplere, vesilelere, araçlara verdiler. Güneşe, aya, yıldızlara, totemlere, putlara, hayvanlara tapmaya başladılar. ‘Şirk’ illetine tutuldular, yegâne olan Rabbe ortaklar koştular. Nitekim daha sonra gelen bütün peygamberler bu illete karşı mücadele verdiler, var güçleriyle çaba harcayarak insanları tevhide davet ettiler. “Allah'tan başka ilah yoktur” sözü hepsinin ortak söylemi oldu.










PEKİ, kaygının, korkunun, üstün bir güce dayanma gereksiniminin bir dine inanmakta rolü yok mudur?








Elbette vardır! İnsan fıtraten acizdir, fakirdir, zayıftır. Oysa başından belalar, musibetler, felaketler, hastalıklar eksik olmuyor. Sayısız ihtiyaçlar içinde çırpınıp duruyor. Her ne ki var insan ona muhtaç. Kendi başına hayat yükünü taşıyamaz. Belalara, musibetlere, hastalıklara karşı dayanamaz. Sonsuz bir kudret ve rahmete sığınmaya kendini mecbur hisseder. Fıtraten ‘bencil’ olan insan aynı zamanda ‘dincil’ yaratılmıştır. ‘İslam fıtratı’ üzere gelir dünyaya. Rabbini tanımak, ona iman etmek, güvenmek, dayanmak ihtiyacındadır. Kişinin yaratıcısını bulmasında önemli bir etmendir bu durum.









Yanlış olan, bu gerçeklerden yola çıkarak, “Tanrı fikri insanın korkusundan doğmuştur, üstün bir güce sığınma gereksinimi duyan insan tanrıyı icat etmiştir” gibi abes bir yargıya varmaktır. Var olanı onaylamak başka, olmayan bir şeyi uydurmak başka şeydir. Allah ezelden beri mevcuttur, vardır, birdir. Sonradan yaratılan şu evren, ancak sonradan var olmayan bir yaratıcı tarafından var edilebilirdi. Hadis varlıklar var olmak için ezeli olana muhtaçtır. ‘Mümkün’ varlıklar ancak ‘vacip’ bir yaratıcı tarafından vücuda getirilebilir.









Allah, yaratan ama yaratılmayandır. Yaratılan şey ilah olamaz. Allah, güzel isimlerini göstermek üzere evreni yoktan var etmiş, şuurlu bir muhatap olması için içine insanı yerleştirmiştir. İlk insandan itibaren kullarına tanıtmıştır kendini. Meçhul değil maruftur, tanınandır, bilinendir. ‘Allah bilgisi’ ilk insandan beri mevcuttur. Kimi insan onu kalbinde bulur, inanır, mümin olur. Kimi de bulamaz, inanamaz, kâfir olur. ‘Kâfir’ terimi lügatte ‘örten’ demektir, inanmayan kişi hakkı, hakikati, gerçeği örttüğü, itiraf etmediği için bu adı almıştır. Küfrün mizacı yalandır. Kafir ezelden beri var olana, bir olana, kendini kullarına tanıtmış olana yok dediği için en büyük yalancıdır. Allah, sadece zihinde var olan bir kavram değildir. İnsanların var demesiyle var olmaz, yok demesiyle de yok olmaz. Tüm hakikatlerin kaynağı olan Hak Mabuttur.









Elindeki aynada güneşin aksini göremeyen bir adam, “güneş yoktur” derse yanlış bir hüküm vermiş olur. Daha sonra aynasında güneşin aksini görürse “güneşi ben icat ettim” diyemez. Güneş zaten vardı, âlemi aydınlatıyordu fakat o kişinin özel aynasına yansımıyordu, nihayet onun aynasında da belirmiş oldu. Öyle de, insan iman etmiyorsa onun kalp aynasına iman nuru yansımamış demektir. Kalbi kesif bir karanlık içindedir. Daha sonra kişi inanmayı diler de kalbini Rabbine çevirirse, ilahi nur kalbine tecelli eder, o da ışıklanır. Allah, bir kudsi hadiste, “Ben yerlere, göklere sığmadım, bir müminin kalbine sığdım” buyurur ki, bu sığma tecelli manasındadır. Zira güneş de dünyaya sığmaz ama yansısı, yedi rengi, ısısı ve ışığıyla bir aynaya sığabilir.









ALLAH’I bulmanın, bilmenin, tanımanın tek yolu değildir sığınma ve yardım isteme ihtiyacı, yollardan sadece biridir. Allah kendini pek çok vesilelerle, araçlarla, eserlerle tanıtmaktadır. Biri, vahiy yoludur. Tüm semavi kitaplar onu anlatır, onun isimlerini, sıfatlarını, fiillerini bildirir. Biri de şu evren kitabıdır. Mükemmel, düzenli, ölçülü, süslü yaratılışıyla ustasını tanıtır, bildirir, sevdirir. Her eser bir ayettir, tıpkı ilahi kitapların ayetleri gibi ustasına alamettir.









Varlıkların aczini gören ve üzerlerindeki kudret elini sezen bir insan bu yolla Rahman ismini bulur, bilir, sever. Canlıların fakirliklerini, ihtiyaçlarının çokluğunu gören, bunu temin için yetersiz olduklarını bilen bir adam, yerden ve gökten gelen rızıkları, nimetleri gözlemleyerek perde arkasında işleyen bir rahmet elini hisseder, Rabbini Rahim ismiyle tanır, bilir, bildirir. Keza, âlemdeki mükemmel nizamı, intizamı, mizanı, güzellikleri, harikaları gören bir insan Rabbini hayret penceresinden gönül gözüyle görür, sever, aşka düşer, Vedud isminin gölgesinde yücelere erer.








Bakar ki, yerde ve gökte ne varsa hepsi yaratıcısını tesbih ediyor, onun tüm kusurlardan ırak olduğunu dile getiriyor. Her eser, her ses, her nefes, her desen, her renk bir dil olmuş sanatkârına övgüler diziyor. Gökte yıldızlar, aylar, güneşler, gezegenler gibi yerde dağlar, denizler, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar hal dilleriyle “Biz de varız, bize de bak, bizi de oku!” diyorlar. Kuran kal diliyle konuşur, evren hal diliyle. Diller ayrı da olsa mana birdir.









Evren kitabını okuyan ve iman dilini bilen biri, “Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olamazken eşsiz bir sanat eseri olan ve içinde sayısız sanat eserleri sergilenen şu evrenin, şu dünyanın, şu yeryüzünün bir kâtibinin, bir sanatkârının, bir malikinin olmaması mümkün değildir” diye düşünür. “Mükemmel, muhteşem, muntazam bir fabrika, bir saray, bir şehir gibi yapılan, yaratılan, düzenlenen şu kâinat ustasız olamaz” der. Allah eserleriyle o kadar aşikârdır ki, kör olmayan her göz onu görür, körelmeyen her gönül onu sever.


Ömer Sevinçgül


Konular