TRANSPARAN LİBAS-I TAKVA Ya da "Başörtüsünü Aşın, Nirvanaya Ulaşın"

TRANSPARAN LİBAS-I TAKVA Ya da "Başörtüsünü Aşın, Nirvanaya Ulaşın"

Muhatabına bazı hatırlatmalarda bulunmak için –elde olmayan sebeplerle– epey geç kalmış sayılabilecek, ama mühendislik zenaatına gönül vermiş olanlarca kıyamete dek süreceğine dair garanti verilmiş bir sürecin gündemde tuttuğu bir vakıa ile yakından ilişkisi dolayısıyla, önümüzdeki upuzun zamanın herhangi bir kertesinde güncelliğini kaybetmeyeceği kendiliğinden garanti edilmiş bir yazı bu.

Hemen söyleyeyim, bu bir tenkit yazısı ve siz, asık suratlı ve kuru bir tenkit okumak üzere hazırlandıysanız, fena halde yanıldınız. Çünkü bu yazıya, limon kolonyasının verdiğinden fazla olmayan bir ferahlık sağlamak dışında pek fayda hasıl etmediğini bildiğim ve esasen çok da hazzetmediğim bir üslubun hakim olmasına bilerek, isteyerek izin verdim.

İtiraf edeyim ki, erbab-ı zenaat-ı mezkûreye samimi ve "şeffaf" bir insan hakları uygulaması tavsiye etmeyi, "zülf-ü yar"e dokunabileceği endişesiyle göze alamadığından olacak, yazarının, öğrencilerinin zülfüne dokunmayı ve onlara, "tesettür" yerine "transparan" bir "takva libası" önermeyi daha "ahlakî" bulan yazısını okuduğumda önceleri, "şöyle ciddi bir tenkit kaleme almak lazım" diye düşünmedim değil. Ama önümdeki yazının şurasından burasından sızan konjonktürel perestiş kokusu, durumu akademik seviyede ciddiye almamı engelledi; anlayacağınız, "kel başa şimşir tarak" muhabbeti...

Bendeniz, kendisine "ilim adamı" sıfatını yakıştıran kimesnenin, görmeye –ne yazık ki– alıştığımız siyasetçi elastikiyetine (siyasetçilerin "bir kısmını" tenzih ederim, kalanlar kendilerini bilirler) sahip olmasını sadece "yakışıksız" değil, aynı zamanda ve daha fazla olarak "tehlikeli" bulurum. Hele bu sıfatın hamili bulunanlar İslamî ilimler ile iştigal ediyorsa, orta yerdeki tehlike, önüne "açık ve yakın" nitelemesini almış demektir.


Yanlış anlaşılmasın, bu tespit toplum ve din adına değil, söz konusu tavra sahip kişiler adına endişe edilecek bir durumu işaret ediyor. Zira bir tarafını çatık kaşları ve cesametli gövdesiyle "ecclesia" ve onun "bin yıllık sürgünlere" imza atan kudretli "ostrakismos"unun, diğer tarafını ise gözyaşlarından ve dualarından başka birşeyi olmayan "çağcıl yetimler"in oluşturduğu bir denklemde zahire aldanarak saf belirleyenler, tarihin gayyasında beyhude nedamet getirmekteler...

Üstelik problem, sadedinde bulunduğumuz "makale"nin sadece "ne" söylediği ile ilgili değil; bunu "nasıl" söylediği de bir bahs-i diger. Akademik ünvanların en üst seviyesinde seyr-ü sefer eden birisinin ilmî bir dergideki yazısını okumaya başlamadan evvel zihnimizde sağlam bir altyapıdan, engin bir birikimden ve tutarlı bir mantıksal örgüden süzülüp çıkmış "sıkı" bir muhassala göreceğimiz ön kanaati oluşur ya genellikle; itiraf edeyim ki, Sadık hocanın yazısında beni ikinci kere hayal kırıklığına sevkeden de bu "peşinci" beklentim oldu. İnsan bir yanlışı savunurken bile tutarlı olabilmeli değil mi? Ama hem söylediğiniz yanlışsa ve hem de bunu yanlış bir biçimde söylüyorsanız, ben bunu, ilmî hayatınız bakımından katmerli bir sıkıntının içinde bulunduğunuzun işareti sayarım...

"Takva Giysisi Bilimle El Ele"

Bir "Tefsir profesörü" olarak Sadık Kılıç hoca nasıl olmuştur da öyle "talihsiz" bir yazının[1] altını imzalayabilmiştir, doğrusu işin bu yanı ile ilgili değilim. Burada benim ilgileneceğim husus, bahse konu yazının hal-i pür melâli... Bu ifadeyi, "karalamak" için kullanıyor değilim; Sadık hocanın yazısını okuyan birçok kişinin –tıpkı benim gibi– "demek ki dağın fare doğurması böyle oluyormuş" dediğini hissetmek zor değil...

Ayrıntıya geçmeden önce, isterseniz Sadık hocanın yazısına şöyle kuşbakışı bir bakalım:

Başlıktaki sırıtkan zorlamayı geçiyorum. Yazı şöyle bir kurgu üzerine oturuyor: İlkin aklın ve ruhun birlikte aydınlanmasının bir gereklilik olduğu ifade ediliyor, sonra bu gerekliliğin ancak bilgiyle elde edilebileceği söyleniyor.

Ardından Kur'an'ın "ilim"e, "bilgi"ye ve "öğrenme"ye yaptığı vurgu, yukarıdaki yaklaşımı beslemek amacıyla öne çıkartılıyor. Burada, sadece "dinî" ilimlerin değil, kozmik, sosyal vd. ilimlerin de aynı şekilde değerlendirilmesi gerektiği söyleniyor. Buradan varılan sonuç şu: İlim elde etmek için çalışmak son derece yüce bir uğraştır ve bu uğraş "şeklî" bazı alışkanlıklara feda edilmemelidir.

Eğer yazıyı iki kısma ayırmak doğru ise, ilk kısmı yukarıda özetlemeye çalıştığım "altyapı faaliyeti" oluşturuyor.

İkinci kısımda ise Sadık hoca, 7/el-A'râf suresinin 26. ayetini gündeme getiriyor ve bu ayette geçen "libâsu't-takvâ" (takva elbisesi) ifadesine "abanıyor."


Yazının sonuç diyebileceğimiz kısmında ise iffet, ahlakîlik... gibi hususların salt "şekil"le irtibatlı olmadığı, başörtüsünün "din bütünlüğünün tamamı" gibi algılanmasının yanlış olduğu, kadınların saçlarının, kışkırtıcılık bakımından diğer bazı organlarla kıyaslandığında "sönük" kaldığı, başörtüsünün, "manevî, içsel ve derunî takva ölçüsünü" aşamayacağı, ilim yolunda olma "söylemi" karşısında türban tercihinin "olmazsa olmaz" bir alternatif teşkil edemeyeceği ifade buyuruluyor..

Gelelim ayrıntıya

Aydınlanmanın mekânı

Sadık hoca yazısına şu ifadelerle başlıyor:

"Aydınlanmayı: hem aklın, hem de ruhun aydınlanmasını her şeye öncelemek isteyen bir insan olarak yazmak istiyorum.. Aklın, –ki o akıl, hem Tanrı'yı, hem evreni, hem de bireyin kendi benini bilebilmesinin biricik aracıdır– aydınlanmasını, ruhun ve kalbin aydınlanmasının dayanağı olduğunu; tenvir olmuş aklın, sonuç bakımından ruhun aydınlanmasını da peşinden getireceğini, ama ruhsal, kalbî aydınlanmanın her zaman aydınlık değil, fanatizm ve dogmatizme yol açacağını hisseden bir ruhla konuşmak istiyorum."[2]

Her ne kadar bazı Türkçe yanlışları içeriyorsa da, kendimi zorlayarak bu paragrafta işin bu yönüne takılmayacağım. Burada asıl üzerinde durulması gereken, karakterini "Aydınlanmacı" çığırdan aldığı her halinden belli olan yukarıdaki paragrafta, "aydınlanma"nın, biri "aklî", diğeri "kalbî/ruhî" olmak üzere iki ayrı şeklinin bulunduğunu ihsas eden yaklaşım. Mesleğinin Tefsir olduğunu bildiğimiz Sadık hoca burada belli ki Kur'an'ın, "akl"ı, daha doğrusu akletme faaliyetini "kalp"le sımsıkı bir şekilde irtibatlayan ayetleri üzerinde gerektiği gibi mesai sarf etmemiş.

"A-k-l" kökünden türeyen bazı fiiller mevcut olmakla birlikte, Kur'an'da "akıl" formunun geçmediği bilinen bir husus. Üstelik, bu kökten türeyen fiiller Kur'an'da eğer bir yere nisbet edilmişse, bu mutlaka kalptir.[3] Kur'an'dan anladığımız odur ki, inanmanın ve inkârın olduğu gibi, anlamanın, akletmenin ve düşünmenin merkezi de kalptir. Kur'an'a göre kalpleri mühürlü olanlar akledemezler.

Aynı manzarayı –daha geniş örneklerle– hadislerde de görüyoruz. Concordance'ın "k-l-b", "a-k-l-", "f-k-h-" gibi maddeleri incelendiğinde durum daha da netleşecektir.

İslam uleması arasında, aklın kalpte mi, yoksa dimağda mı olduğu tartışmasında ikinci görüşü benimseyenler dahi aklın kalp ile irtibatını görmezden gelmemişlerdir. Ezcümle Mustafa Sabri Efendi'nin de tasrih ettiği gibi, İslam, akıl ile kalp arasında bir ayrım yapmamıştır[4] ve İslam epistemolojisinde aklın istiklaline işaret eden bir yaklaşıma yer yoktur. Şu halde Sadık hocanın, yazısına temel kıldığı tarzda "akıl aydınlanması-kalp/ruh aydınlanması" gibi bir tefriki İslam'dan refere etmek kabil değildir.

Hatta yazısının serlevhasına giydirdiği "takva giysisi" tabiri, bu durumda Sadık hocanın bu yaklaşımını temelden yanlışlayan bir unsurdur. Zira Hoca bir taraftan aklın aydınlanmasını kalbin/ruhun aydınlanmasına dayanak yaparken (daha doğrusu birincinin varlığını, ikincinin ideal tarzda gerçekleşmesinin şartı sayarken), diğer taraftan Kur'an'ın "takva giysisi" dediği libasın diğer giysilere kıyas kabul etmez bir üstünlük ve önceliği haiz bulunduğunu –"diğer giysiler"in ehemmiyetsizliğini ortaya koymuş olmak maksadıyla– söylüyor; ancak bunu yaparken "önemsiz bir ayrıntı"yı, Kur'an'ın, –yukarıda belirttiğim hususların dışında– "takva"yı da "kalb"e izafe ettiği gerçeğini atlıyor.[5] Aynı durum, keza takvanın mahallinin kalp olduğunu bildiren[6], "ma'rifet"in, kalbin fiili olduğunu belirten[7] ve hikmet nuruyla ihya edilen yerin de yine kalp olduğunu[8] haber veren rivayetlerde de görülmektedir.

Hadi bir an için kişioğlunun, biri "aklın", diğeri "ruh ve kalbin" aydınlanması olmak üzere iki ayrı "aydınlanma versiyonu"na sahip bulunduğu görüşünü kabul edelim; ancak yukarıda bir kısmına işaret ettiğim nasslar muktezasınca doğru formülasyonun şöyle olması gerekir: İnsanı yöneten merkez kalp olduğu için tek başına aklın aydınlanması hem yeterli değildir, hem de zararlı yönelişlere kapı açabilir; dolayısıyla aklî aydınlanmanın, kalbin/ruhun aydınlanması ile desteklenmesi, pekiştirilmesi ve itmam edilmesi kaçınılmazdır.

Bu itibarla Hoca, yukarıya alıntıladığım "hiss"inde yanılmakta, çünkü yanlış bir epistemolojik zemin üzerinde hareket etmektedir.

Zemin yanlış seçilince, doğaldır ki, üzerine inşa edilen fikir de yanlış olacaktır. İslam'ı, bu ülkede sadece "an'anevî" bir tercihe ve bir alt-kimliğe indirgeme eğiliminde olan çoğu okumuş-yazmış kimsenin bile hiç olmazsa insan hakları, inanç ve ibadet özgürlüğü, fırsat eşitliği gibi kavramlar temelinde talepleri dikkate alınmak gereken bir "vakıa" olarak görmeleri, durduğu yer bakımından Sadık hocayı iki kere düşündürmeliydi:

"Aklın aydınlanması ve bilimin potasında olgunlaşması amacını bir kenara iterek, onun alternatifi gibi, salt ruhun ya da hissiyatın, veya toplumsal uyumluluk ve bağlanma (taklîd) duygusunun tatminine tutunarak, başkalarının niyeti ne olursa olsun, özellikle bilim ve aydınlanış kurumlarında endişe, kaos ve çelişkiler yumağının hem süjet'si, hem de nesnesi olmak, barış adamı; güven ve güvenlik şemsiyesi genç kız ve hanım için istenilir, olumlu bir durum değil! Çetin sınavlardan geçtiğimiz tarihin şu kritik dönemecinde, kendi payımıza, hangi gerekçeyle olursa olsun, sonuçsuz heveleslere (heveslere ?) takılarak, kendi giyim kuşam anlayışımızı kurum, yasa ve yönetmeliklere dayatmak, kendimizi merkeze, dışımızdakini 'perifere' almak, ne yararlıdır, ne de durumu iyileştiricidir. Gerçekci, isabetli; hele, bunca çıkmazlar ve toslamalar ruhlara sirayet eden bir tedirginlikler (?) sonrasında, akl-ı selime: aklın engin ve esenlikli uyarılarına, yol göstericiliğine yönelmek en acil bir tavır olmalı!" [9]

Son cümlede boşlukta sallanıp duran "gerçekçi" ve "isabetli" kelimelerinin ayakları yere nasıl basar? Yoksa onların gerçekçiliği ve isabetliliği, Hoca'nın boşlukta kalmaya mahkûm görüşlerini sembolize etmelerinde mi aranmalı!..

Şimdi; diyelim ki –döne döne vurguladığınız– "aslolan aklın aydınlanmasıdır" jargonunu kabul ettik; eğer bu aydınlanma bizi sonunda İslamî-toplumsal bir realitenin inkârına, mahkûmiyetine ve hatta "ithamına" götürecekse, bu ne menem bir şeydir hocam? Totaliter sistemler dışında hangi fiziksel ve kültürel coğrafyada halkın ezici çoğunluğunun –siyasal ve ideolojik tercihlerini geçtik– "giyim-kuşam" tercihi endişe, kaos ve çelişki sebebi olarak algılanmaktadır?

Ya inançtan kaynaklanan örtünme tercihini (ki bu tercih öyle Hoca'nınki gibi "neresinden tutsanız elinizde kalacak" cinsten olmayıp, Kitap, Sünnet ve 15 asırlık İcma-ı Ümmet'e dayanmaktadır), "salt ruhun ya da hissiyatın, veya toplumsal uyumluluk ve bağlanma (taklîd) duygusunun tatminine" indirgerken nasıl bir dinî ve sosyolojik "gerçek"ten hareket ettiniz?

Eğer bir gün yaşadığınız yerde –faraza– "din sizden sadece ilmî aydınlanmaya ulaşmanızı istiyor; onun için "şeklî" alışkanlıklarınızı mesai saati uygulamasının önüne geçirmeyin" denerek namaz kılmanız, oruç tutmanız vs. yasaklanacak olursa, "kendi payımıza, hangi gerekçeyle olursa olsun, sonuçsuz heveleslere takılarak" bu ibadetleri yerine getirmekte ısrarcı olmak, kendi ibadet anlayışımızı "kurum, yasa ve yönetmeliklere dayatmak, kendimizi merkeze, dışımızdakini 'perifere' almak" anlamına mı gelecek?

Üstelik bu "indirgeme"ye malzeme kılınan "ruhun ya da hissiyatın, veya toplumsal uyumluluk ve bağlanma (taklîd) duygusunun tatmini" de öyle üzerinden kolayca geçilebilecek bir şey değil. Bireyi birey yapan ve uyumlu bireylerden ahenkli bir toplumsal yapı üreten bunlar değilse nedir? Ruhlarını veya hissiyatlarını, giderek toplumsal uyumluluk ve bağlanma (taklid) duygularını tatmin edememiş bireylerden sağlıklı bir toplumsal yapı kurulabileceğini düşünmek mümkün mü?..

Diyelim ki, –bence toplumsal hayatın merkezinde bulunması gereken– işbu "tatmin" olgusunun olumsuz ya da sübjektif bir durumu işaret ettiği doğru olsun. İyi ama dün doktora çalışmasında "günah" kavramını irdelerken, isabetli bir şekilde "kulu, bazan başkalarının meşru hakları, bazan kendisinin öz hakkı, bazan da Allah'ın öz istek ve yasakları karşısına başkaldırmış olarak diken"[10] günahlardan bahseden kişi, bugün "başkalarının meşru hakları"nı tıkamaya, bastırmaya, itelemeye ve boğmaya çalışırken nasıl bir "günah" işlediğinin şuurunda mıdır?

Düşlediğiniz "aklî aydınlanmaya" ulaşmış olduğu kabul edilen coğrafyalarda bugün, her türlü dinî inanç ve ritüeli özgürce kabullenme ve yaşama geçirme konusunda "insan hakları ve bireysel özgürlükler temelinde" alabildiğine geniş bir alan açılırken, tarafınızdan da "Hak Din" olarak kabullenilmiş olan İslam'ın müslüman hanımlara yönelik bir emri üzerinde kelam etme sadedinde kurduğunuz "merkez-perifer" (doğrusu "periferi" olacak) dengesini hangi dinî anlayış ve/veya çağdaş uygulama üzerine bina ettiniz?

Diyelim ki Kur'an ve Sünnet'i 15 asırlık anlayış ve uygulamadan farklı okuyor ve İslam'ın, hanımlara yönelik bir "başörtüsü talebi" olmadığına inanıyorsunuz. (Ki durum böyleyse burada da başlıbaşına önemli bir problem var demektir.) Peki bu durumda vicdanınız ve "ilim adamı" kimliğiniz de mi size, ortada büyük bir yanlışlık ve haksızlık olduğunu söyleyemiyor? Başörtüsünü sırf "dinî" bir gereklilik olarak gördükleri için –sizin kanaat ve inancınıza uygun olmasa da– bu gençlerin hakkını savunmak başta sizin göreviniz olmalı değil midir? Sizin "aydınlanmış" aklınız, her biri çocuğunuz yaşında bulunan ve yıllardır okuma hakları engellenerek okul önlerinde her türlü olumsuzluğa ve aşağılanmaya maruz bırakılan gencecik insanların titreyişini, feryadını ve yalvarışını "kaos" sebebi ve "dayatma" olarak görmekten fazlasını yapamıyorsa, öve öve bitiremediğiniz, bu da yetmiyormuş gibi Kur'an'a yamamaya çabaladığınız bu "aydınlanma"nın bizzat kendisinin bir "aydınlığa" muhtaç bulunması dolayısıyla çok da "sağlıklı" bir durumu işaret etmediğini görmezden gelmek için özel "aydınlanma seansları"ndan geçmek gerekiyor galiba!..

Anlaşılan, elinizdeki sadece "devlete karşı gelinmez", "devletle baş edilmez" söylemi... –Paralojik bir yanılsama içinde olduğunuzu kabul etmedikçe bunun aksini söyleyemezsiniz; zira 28 Şubat'ın yasakçı ve dayatmacı uygulamaları öncesinde okullarına başörtülü olarak devam eden kız öğrencilerin "dayatmacı" tavrından kaynaklanan bir tek olay, bir tek kargaşa örneği gösteremezsiniz!– Bu söylemin günümüz Türkiye'sinde epey işe yaradığını, hatta "işe yaramak" ne kelime, her kapıyı açan bir maymuncuk olduğunu toplum olarak "derinden" hissediyoruz. Ama "bireyin aydınlanması" temeline oturttuğunuz yazının öngörmediği ufak bir sorun bulunduğunu hatırlatmama izin lutfedin: Aydınlanmış birey, haklarının ve özgürlüklerinin takipçisi olmak ve onları sonuna kadar kullanmak gibi bir "muzırlığa" mübtela kişidir. Hem bu öyle bir "ibtila"dır ki, hafazanallah birgün sizin de karşınıza dikilip, "Hak aramanın, "kendi anlayışını kurum, yasa ve yönetmeliklere dayatmak" anlamına geldiği hangi lugatta yazılıdır?" diye sorabilir; kendinize mukayyet olun...

Bu babda son söz olarak, onca yılınızı verdiğiniz bilimsel hayatınızda "devirdiğiniz" tefsir kitapları size "örtünme"nin "şahsî kültürel" bir "harita"ya indirgenemeyeceğini belletememiş ise, Snouck Hurgronje, Van Nieuwenhuize, Hendrik Kraemer gibi müsteşriklerin İslam dünyasının cağrafî olarak birbirinden uzak yöreleri arasında bile şayan-ı hayret bir inanç, kültür ve giyim-kuşam benzerliği bulunduğunu tespit etmeleri, sizi şu "şahsî kültürel harita" meselesi üzerinde daha ciddi düşünmeye sevkedebilir mi bilmiyorum...[11]

Elde bir "Hakikat" var idi, o da gitti zîr-u zeber

"Hakikat, biçimlerin ve yerleşik şablonların ötesindedir.. O, sınırlanamaz bir gerçektir. İslam Dini'nin temel hakikati de, somutluğun ötesine uzanmak, Mâverâ'ya yönelmek; özünü, benliğini Gerçeğe teslim etmektir. O halde, kendi seçeneğimiz, tek ve biricik alternatif değildir. Bunun doğal bir sonucu olarak, kendi şahsî kültürel haritamızı, monist bir tarzda varoluşa egemen görelilik gerçeğini gözardı ederek, kabule zorlamak yerine, o engin aslî-ruhî içmekanımızda kimliğimizi sürdürerek, içsel ve yaşamsal bunalımlara meydan vermeden, diğer gerçeklerin varlık hakkı ve doğası da gözönünde bulundurulmak gerekir."[12]

Burada "bir elif miktarı" duralım ve soralım: Eğer "mezheb-i ehl-i şukûk"a müntesip iseniz "hakikat" diye bir "gerçek"ten (!) söz etmeniz hayatî bir çelişki; değilseniz "varoluşa egemen görelilik gerçeği" de ne ola ki?

Sonra işbu "görelilik gerçeği" varlığa sahiden egemen ise, neden başörtüsünü Allah'ın emri olarak algılayıp, şahsî tercih sınırında tutarak başkalarına karşı asla bir dayatma tavrı içinde olmayanlar size göre "aymaz narsistler" oluyor da, "varlık hakkı ve doğası" tarafınızdan savunulmaya ihtiyaç duymayacak ölçüde azman olan "diğer gerçekler" kimliklerini "o aslî-ruhî içmekan"larında sürdürmekle yetinmeyip "kendi seçeneklerini tek ve biricik alternatif" olarak icbar edince "gerçeğin göreliliği" birden buharlaşıveriyor?


Varlığın ve hayatın temeline yerleştirdiğiniz bu "görelilik gerçeği", muziplik düşünen birileri tarafından, "Niçin müslümansınız da hristiyan, yahudi veya dinsiz değilsiniz?" tarzındaki bir soruyla karşınıza dikilecek olursa, maazallah ne yaparsınız? Bu ne yaman çelişkidir hocam? "Doğru-yanlış/iyi-kötü" ayrımı nerede; "hak-batıl" çizgisine ne oldu; Tevhid-şirk mücadelesi niçin yaşanageldi; Allah var mıdır hocam?..

Sonra, Allah'ın emirlerini "es geçerek" "somutluğun ötesine uzanmak, Mâverâ'ya yönelmek; özünü, benliğini Gerçeğe teslim etmek" mümkün müdür? İslam nokta-i nazarından iman-amel dengesini ideal tarzda kurmadan bu söylediklerinizin gerçekleşme şansı bulunduğuna sahiden inanıyor musunuz?

Bu temel çelişkinin ardından gelen "Tamamının kaybedilebileceği durumlarda, kısm-ı azamını elde etmek, hikmet gereği olmalıdır" cümlesi ile bunun hemen arkasından yer alan "tek-benci bir inatla, 'illâ benimki ve benim anladığım biçimde!..' demek, insan doğasına ve toplum işleyişine aykırıdır. Salt 'benmerkezci', yani 'narsist'çe bir aymazlıktır" ifadesi Hoca'nın, ya muhataplarını "saf" yerine koyduğunu, ya da ciddiye alınması gereken bir bocalama içinde bulunduğunu gösteriyor. Zira ilk cümlede Hoca, başörtüsü mağdurları arasından konuşan ve bütün iyi niyetine rağmen çözümü "ver kurtul" mantığında keşfeden birisi gibi duruyorken, onu noktalı virgülle izleyen ikinci cümlede –tıpkı çizgi filmlerdeki gibi– birden üniformasını sırtına geçirip yüksek rakımlı bir yere sıçramakta ve "Sizi gidi ufak yaratıklar..." diye kükremekte...

Bağışlayın hocam, nedense "tek-benci bir inatla, 'illâ benimki ve benim anladığım biçimde!..' demek, insan doğasına ve toplum işleyişine aykırıdır. Salt 'benmerkezci', yani 'narsist'çe bir aymazlıktır" cümlesi birden şu papaz-zangoç fıkrasını hatırlattı. Acaba orada durunca bir şey anlaşılmıyor mu?

O zaman biraz bu tarafa gelin de size durumu özetleyivereyim: Bu ülkede İmam-Hatip okulları ve İlahiyat fakülteleri gençlere –ne kadar oluyorsa o kadar– dinî eğitim vermek için açılmıştı. Burada halkın % 99'unun tercihi olduğu sık sık söylenen İslam Dini öğretiliyordu. Sonra bir zemheride tren tünele girince ışıklar söndü, göz gözü görmez oldu. Gözlerimiz bir süre sonra karanlığa alışınca ne görelim, bu ülkenin başındaki birinci öncelikli tehlikenin, kendisini başörtüsünde ve sakalda izhar eden "irtica" olduğunu duymaktan kulaklarımız öylesine dolmuş ki, trenin rayından çıktığını ve hızla bir uçuruma doğru gittiğini fark edememişiz! Trenin her kompartımanından "wwah, wwah, wwah benim memleketime" sesleri yükselirken dide-i huffaş, İstiklal Marşı'nı dinlerken bile başörtülü bulunmanın suç ilan edildiğini görmekten dört açılmış durumda. Tamam??

Şimdi gelinen bu noktada sadece başörtülü öğrenciler değil, başörtülü anneleri dahi –aymazlığı bırakıp– sonuna kadar aysalar da bir şey değişmeyecek. Onlar sadece okullara ve resmî dairelere değil, "kamu"ya ait dinlenme tesislerine, hatta hastanelere bile başörtüleriyle giremiyor. Çünkü onların, yani bu ülkenin ezici çoğunluğunun, bu ülke için potansiyel olarak açık ve yakın bir tehlike teşkil ettiği "gerçeğini" fark edenler, "We hate niggers" çığlıklarıyla "ilerleyen tarihin dinamizmine karşı engelleyici ve geriletici" bu "öğütücü" taifenin tasfiyesi ile, yani kurbağayı kısık ateşte ısınmakta olan suyun içinde tutmakla meşgul. Dolayısıyla zat-ı alilerinin "keşfettiği" şu "büyük uzlaşı" formülü çoktan "tarih" olmuş durumda!..

Büyük uzlaşı!!

"Bundan böyle, geciktirilmeye artık tahammülü olmayan 'büyük uzlaşı'nın doğrudan Kur'an'dan yola çıkarak temellendirilyebileceği kanaatindeyiz" diyor Sadık hoca ve devam ediyor: "Çünkü Kur'an herşeyi yerli yerine koymaktadır; en büyük gaye 'ilimle aydınlanmış ve pekiştirilmiş iman', peşinden de, tam bir istikamet üzere bunlardan (nelerden?) esinlenen ahlakî davranışlardır.. Aklın ve ruhun bilgiyle aydınlanması 'olmazsa olmaz şart' olduğu için, bilime, aydınlanmaya, aklı kullanmaya, bilinçli ahlakî erdemlere sık sık vurgu yapılır."[13]

Her ne kadar doktora tezinde insanın, "Kur'an'da esas gayesi "sadece ibadet etmek..." olarak çerçevelenmiş"[14] olduğunu söylemekte ise de, yıllar geçtikçe Hoca'nın düşünce çizgisi ile birlikte insanın gayesi de değişime uğramış görünüyor!..

"İmanın, ahlakın ve insanî erdemlerin zirvesinde olan Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kur'an'ın herhangi bir emrini, "şunun yanında bu daha az önemlidir, dolayısıyla yerine getirilmese de olur" diyerek "ilga ettiği" vaki midir?" tarzındaki bir soruya sakın bozulmayın hocam. Çünkü böyle bir soru, diğer ahkâm yanında örtünme emrini başta ezvâc-ı tâhirât olmak üzere bütün mü'min hanımlara tebliğ ve uygulamayı takip konusunda da O'nun, peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirip getirmediğini irdelemek için sorulmuşsa anlamsız değildir. Böyle bir irdeleme de, modern zamanların "aydın" müslümanları tarafından büyük bir iştiha ile "kullanılan" "ahlakî davranışlar"a nasıl ulaşılabileceğini ortaya çıkarmak için yapılıyorsa pek ciddi bir faaliyettir.

Bir başka deyişle, imanın, ahlakın ve her türlü erdemin zirve noktasını temsil eden Hz. Peygamber (s.a.v) –üstelik geçmiş ve gelecek günahları peşinen bağışlanmış olduğu halde– Kur'an'ın hiçbir emrine kemal-i imtisal ile inkıyaddan geri durmamış iken, bizler, 21. asır müslümanları, Kur'an'ın açık ve net bir emri karşısında, "önemli olan ilim ve aydınlanmadır, gerisi fasa fiso" deme cür'etini kendimizde bulabiliyorsak ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Hz. Peygamber (s.a.v), saadet asrının seçkin simaları ve onlardan sonra/onlara imtisalen bütün Ümmet ruhlarını cilalarken akıllarını "aydınlatmayı" akıllarına getirememişler ve bu yüzden –haşa– birtakım "abesler"le –sizin ifadenizle "kabukla, şekille ve şekilsel simgelerle"– iştigal etmişlerdir, ya da sizin yaklaşımınızda –sârî olduğu anlaşılan– bir ciddi "illet" mevcut.

Zira İslam'ın, 15 asırlık bir icma ile pekiştirilmiş kesin bir emrini ilga etmek, küçümsemek veya "önemsizleştirmek" suretiyle "bilinçli ahlakî erdemler"e (ne demekse?) ulaşılabileceğini söyleyebilen birisi için, aynı mantıktan giderek iman-ibadet-ahlak ilişkisini kökünden dinamitleyerek namaz ya da oruç yerine yoga ya da meditasyonu yerleştirmek mümkün, hatta "'gerekli" bir faaliyet olsa gerek...

"Kur'an'ın bildirmesine göre, başka hiçbir şey değil, sadece ve sadece 'ilim üzere olmak', aklın ve ruhun birlikte aydınlanışı ve 'ilim ile varoluşa uyanış' bize (bizi?) Allah'a gerçek anlamda bağlanmaya, aşk ve tanrısal saygıya, içtenliğe iletir. Ayet, 'kulları içinde Allah'tan, ancak bilimle donanmış olanlar ürperir' (Fatır, 28) derken, kulluk ürperiş ve hayranlığının bilgisiz ve bilinçsiz gerçekleşmeyeceğini dile getirir."[15]

(Hoca'nın, önemsenmesi gereken bir "dil" ve "algı" sorunu bulunduğu muhakkak. Aşağıda değinileceği üzere "kudsî hadis"i "kutsal hadis" şekline sokma ihtiyacı –nereden kaynaklanıyorsa?–, "ilm"i de "bilim" haline çeviriyor!)

Bunu belki İslam Dünyası'nın Batı Ortaçağı'na denk düşen zaman dilimlerinde yapsaydınız çok fazla bir ehemmiyeti bulunmayabilirdi; ama bilimsel faaliyeti ve bilimsel bilgiyi –kimi insaflı Batılıları bile (işleyiş tarzını geçtik) "sebeb-i vücudu" hakkında ciddi sorular sormaya yöneltecek tarzda– "ideoloji"ye dönüştüren ve "hegemonya" kurma vasıtası olarak işleten modern zamanlarda "ilm" ile "bilim" birbirine karıştırılırsa, bunun sonucu, radyasyon sızıntısının yol açtığından daha korkunç "garabetler"e çıkar/çıkmaktadır. O zaman sormazlar mı insana, "göksel tanrı"yı "öldürüp" onun yerine "bilim"i ikame eden ve "amentü"sünü ona yazdıran "bilim adamları"nın, "Allah'tan ürperiş" bakımından Sahabe'den daha ileri olduğunu söylememizin engeli nedir?

Bu, özellikle 18. yüzyıldan sonra ve ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyıllarda İslam Dünyası'nın içine sürüklendiği "kimlik krizi"nin ve "zihnî bulanıklığın" kristalleştiği "temel" bir problem olduğu ve Sadık hoca tarafından da sık sık ve alabildiğine "aymazlıkla kullanıldığı" için üzerinde önemle durulması gereken bir nokta.

Evvela hangi bilim? Hoca'ya bakılırsa "Kur'an'da övgüye konu olan bilimsel etkinlik, ulûhiyet ve rubûbiyet ilimleriyle, dinsel incelemelerden ibaret değildir! Aksine, dolaylı yoldan da olsa bizi, Tanrısal gücün algılanmasına, kozmik düzendeki inceliğin bilincine, insani ve toplumsal ahenk ve uyumluluğun gözlemlenmesine ileten; bu yönde gözümüzü açarken bizi evren ve varlığın yasalarıyla yüzleştiren bütün bilimsel etkinlikler de övülmüşlerdir.. Zira, Tanrısallıkla ve inançla ilgili veri bir sonuç ise, kozmik ve deneysel bilgi de bir öncül, yani 'mukaddime' konumundadır. 'Bizi, zorunlu ve gerekli olana ulaştıran şeyin bizzat kendisi de zorunludur.' Bu nedenle, tanrısal bilgiye: ma'rifet'e götüren, yolda bize izler ve işaretler sunan aklımıza ve sezgilerimize ışıklar yakan kozmik, biyolojik, botanik, antropolojik, sosyolojik.. bilimler de, işte bu bağlamda saygındır, zorunludur, bir gayedir! (...) Onun için Darimî tarafından aktarılan kutsal hadisteki, "Ey Tanrım, hangi kul, en fazla kulluk ürperişi [haşyet] duyan kimsedir?" sorusuna Allah tarafından verilen, "Ben (c.c)'i en iyi bilen kulum!" yanıtını hem dinî akidevî bilim ve araştırmalara, hem de kozmik, doğal ve beşerî tüm bilimlere teşmil edebiliriz."[16]

Ne yapayım, huyum kurusun; bir yazıda Türkçe yanlışı gördüğümde üzerinde durmasam etimde şîrpençe çıkıyor. "Biyolojik, antropolojik, sosyolojik bilim" ne demek hocam? Ya "botanik bilim" nasıl bir ifade? Öğrencilerinizin bu durumu fark edip bu konuda zat-ı alinizden bir açıklama istemesini doğrusu hiç arzu etmem...

Gelelim bu pasajdaki yaklaşım üzerine bina edilen şu "ürperti verici" tespite: "Talep edilmesi doğrudan Allah tarafından istenilen bilgi ve bilimin, o halde, değerler hiyerarşisindeki yüceliği tartışılmaz! Çünkü o şey, o denli değerli, seçkin, vaz geçilmez, aydınlık, olgunlaştırıcı, aklı ve ruhu yücelticidir ki, Allah onu istemeyi, vahiy gerçeği üzerinde bulunsa da, Peygamber Hz. Muhammed'e bizzat emretmiştir: "De ki [sürekli]: Rabbim, beni ilimce geliştir!" (Taha, 112)..."[17]

İmdi, Batı'da yaşanan Rönesans dönemi boyunca ve özellikle de "bilim devrimi"nden sonra bugün geldiği noktada edindiği içerik ve form bakımından Sadık hocanın sözünü ettiği "kozmik ve deneysel bilgi", insana, çevreye ve "kalb"e yönelmiş en büyük "tehlike" olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tavır, bu tür bilginin doğasında mevcuttur. Çünkü Batı'daki tutucu kilise hegemonyasını kırmak için, onun temsil ettiği (daha doğrusu "sahiplendiği") metafizik kabullerin ve ahlakî öğretilerin karşısına "bilimsel bilgi" ile çıkıldığında, ilkin "böyle din istemezük" denmişti. Bu slogan bilahare "din istemezük"e dönüşünce "bilimsel bilgi" de safını nihaî olarak belirlemiş oluyor ve "amentüyse onu da ben yazarım" diyordu.

Bu tür bilginin bugün bizzat önemli Batılı bilim felsefecileri tarafından bile eni konu sorgulandığı, hatta ve daha enteresanı, bugünkü şekliyle bilimin "yok edilip", sanat, Felsefe ve Teoloji üzerine kurulu "geleneksel" tarza geri dönülmesi ihtimalinden söz edildiği bir dönemdeyiz ve Hoca, "ilim"ce gelişmeyi taleb etmesini isteyen Kur'an ayetini ileri sürerek Hz. Peygamber (s.a.v)'in "biyolojik, botanik... bilimler" alanında "bilimsel bilgi"ye sahip kılınmasını istemekle emrolunduğunu (zımnen) söylüyor!!

Kur'an'ın bu emrine imtisalen Hz. Peygamber (s.a.v) "bilimsel bilgi" ile donatılmasını istemiş midir, istemişse kendisine böyle bir bilgi verilmiş midir, verilmemişse niçin böyle dua etmesi istenmiştir, verilmişse bu bilgiyi nerede ve nasıl kullanmıştır (aklınıza hemen "hurma aşılaması" hadisesi geldi değil mi? Benim de öyle), ümmetini bundan haberdar etmiş midir, etmişse bu haberler nerededir?...

Bu soruların cevabı olarak Hoca'da bulabildiğimiz sadece el-Âlûsî'den bir nakil: "Peygamber'e talep etmesi emredilen ilimse, Müfessir Alûsî'nin de tercih ettiği gibi, en genel ve geniş anlamda ilimdir."[18]

Oysa aynı müfessir, –Hoca'nın "... hayrın ve güzelliğin en yüce mertebesinde oluş, insanlığa yararlı her sahada ilim yolunda olma koşuluyla ilintilendirilmiştir. Salt dinî ilimler alanında değil, beşerî, doğal.. ilh. bilimler alanında da bilim üzere olmak, 'hayırda olmayı' sağlamaktadır"[19] tavrının aksine– "hikmet" kavramı üzerinde dururken meseleyi "ilim"le irtibatlandırarak, alimlerin kıymetiyle ilgili –sıhhat durumları şüpheli– iki rivayet[20] serdettikten sonra şöyle der:

"Bu durum, şer'î ilmi (...) sallallâhu aleyhi ve sellem'den taşıyıanlar için söz konusudur; yoksa Galenos, Demokritos, Platon ve Aristoteles'in tuttuğu yol ve bunların izinden yürüyenler, bunların düşüncelerinin revakında i'tikafa girenler için değil! Zira cehalet, bunların gittiği yoldan çok daha evla ve dayandıkları temellerden çok daha güvenlidir..."[21]

Demek ki el-Âlûsî'deki "ilim" anlayışı, Hoca'nın , ilim/bilim adına ortalıkta dolaşan ne varsa içine boca ettiği "mutlak çorba" ile bağdaşmamaktadır.

Yine el-Âlûsî, Tevrat ellerinde bulunduğu halde, muhtevasıyla amel etmeyen Yahudiler için "kitap taşıyan merkep" benzetmesini yapan 62/el-Cumu'a, 5. ayetinde, ilmiyle amel etmeyen kimselerin içine düştüğü fena duruma da delalet bulunduğunu söyler[22] ve bu, sadece mezkûr müfessire has bir yaklaşım da değildir. Fahruddîn er-Râzî'den[23] Elmalılı'ya[24] kadar pek çok ehl-i tefsirin kanaati de budur.

Hoca'nın, eserlerinden alıntılarda bulunduğu müfessirlerin herhangi birisine, başörtüsü emrinin "ihmal edilebilecek" bir emir olduğunu söyletme imkânı bulunmadığı için işbu "ilim/bilim" meselesine var gücüyle "yüklenmek"ten ve müfessirlerin (Hoca'nın pek sevdiği tarzda söyleyelim) "Kur'ansal" bütünlük içinde vurguladıkları bir hususu cımbızlamaktan başka şansı yoktur.

Diyebilirsiniz ki, "Kişiyi Allah'a imanda "yakîn"e götüren bu bilimlerin öğrenilmesinde ne kötülük olabilir? Başkaları onları birer "ideolojik aygıt" olarak kullanmış ve doğal, insanî, ekolojik... ne kadar "değer" varsa kirletmiştir diye bizim de öyle yapmamız gerekmez."

İlk bakışta haklı gibi görünen bu yaklaşım; patenti, çıkış noktası, kullanılış biçimi ve parçası olduğu düşünce ve hayat tarzı bakımından "bize ait" hiçbir unsur taşımayan bilim ve teknolojilerin, hayatımıza sağladığı kolaylık ve konfor ile kamufle edilemeyecek ölçüde tahripkâr sonuçlara yol açtığı gerçeğini görmezden geldiği için artık "geçmiyor." Eğer ortada, kendi varlık ve hayat tasavvurunuz üzerine ve kendi dinamiklerinizden hareketle ortaya koyduğunuz otantik bir bilim felsefeniz ve onun somut yansımaları yoksa, ithal ettiğiniz şey, adı ne olursa olsun gerçekte bir "hastalık"tır. Zira eğer şu anki içerik ve formları itibariyle bu bilim ve teknolojilerin doğasında kişiyi ahlakî erdemlerin zirvesine taşıyacak ve Allah'a ulaştıracak bir "yücelik" ve "saygınlık" bulunsaydı, onlara kaynaklık, üreticilik ve tacirlik yapan Batı'nın bugün bir "erdemli insanlar coğrafyası" olması gerekirdi değil mi!

Ama kerameti kendinden menkul şu "biyolojik, botanik, antropolojik... bilimler"in, zebunu kılınmış kitleleri, atalarının maymun olduğu ve "doğal seleksiyon" tezini bir "itikat" ilkesi olarak kabullenmeye icbar etmesi, direnenleri ise "bilim düşmanlığı, tutuculuk, geri kafalılık" kalıp yargılarıyla aforoza tabi tutması; hatta daha da önemlisi, milyonlarca insanın Sovyet Komünizmi'ne, Hitler Nasyonal Sosyalizmi'ne, Mussolini Faşizmi'ne kurban edilmesine "kapı gibi" gerekçeler sunması, sadece kendi meşruiyet iddialarını değil, "Bu nedenle, tanrısal bilgiye: ma'rifet'e götüren, yolda bize izler ve işaretler sunan aklımıza ve sezgilerimize ışıklar yakan kozmik, biyolojik, botanik, antropolojik, sosyolojik.. bilimler de, işte bu bağlamda saygındır, zorunludur, bir gayedir!" tarzındaki reverans dolu öykünmeyi de ıskartaya çıkarmıştır. 19. ve 20. yüzyıl Doğu aydınları, gözlerini kamaştıran "kâşâneler"in görkemli duvarları arkasındaki buhran, bunalım ve tahribi görememekte mazurdu belki; ama bugün artık Batı medeniyetinin, doğaya ve insanlığa kasteden duruşunu sorgulamaya başlamış bulunan sağduyu ve vicdanın sesine kulak tıkamak, başta "ilim adamı" olduğunu söyleyenler için affedilmez bir "aymazlık"tır.

"Takva örtünüşü"

"Hangi konumda, hangi düzeyde olunursa olunsun, ilim tahsil etmek, şeklî dinî bazı itiyatlara feda edilemeyecek kadar yüce bir uğraştır. Kaldı ki, ahlakîlik ve dini hassasiyet, salt bir şekli uygulamaya sığdırılamayacak kadar çok yüce bir keyfiyettir. Hatta denilebilir ki, bütün şekli alışkanlıkların, ibadetlerin bile nihai hedefi, aktığı son vadi, ruhun, iç mekanın: o kulluk duruşunun kotarıldığı sınırsız oluş göklerinin olgunlaşmasıdır."[25]

Anlaşılan, Hoca'ya göre başörtüsü, "şeklî dinî" bir "itiyat" olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Hal böyle olunca da ilim tahsil etmek gibi çok yüce bir amacın gerçekleştirilmesi için insanların gerekirse bu türlü "şeklî alışkanlık ve takıntılar"ı bir kenara bırakmalarını istemek, Hoca'nın durduğu yer bakımından doğru bir mantık olarak görünüyor.

Ancak Hoca'nın, üzerinde konuştuğumuz makale boyunca bir kere olsun başörtüsü emrini muhtevi "Kur'ansal" emirler üzerinde durmamış olması, dikkat çekici bir "eksiklik" olarak sırıtıyor.

Acaba Kur'an'ın bu konudaki emri ve Sünnet'in bu emri hayata geçirme konusundaki hassasiyeti, meseleyi "şeklî dinî" bir "itiyat" olarak görmemize elverir yapıda mıdır? Makalesinde Hoca'nın –ilmin ve ilim öğrenmenin değerini vurgulamak için– yaptığı şeyi burada tekrarlayarak, başörtüsü emri ile ilgili rivayet ve tefsirleri buraya boca etmek gibi bir niyetim yok. Zira biliyorum ki, Hoca da, okuyucu da bu mesele hakkında yeterince malumat sahibi.

Ama yine de bu paragrafta beni hayli rahatsız eden şu "alışkanlık" ve "şeklî itiyat" meselesi üzerinde bir parça durmadan edemeyeceğim.

Sadık hoca başörtüsü sorununda "uzlaştırıcılık" rolü oynamayı kafasına koymuş ya bir kez, e kendisi de "meslekçi", ne yapıp edip, başörtüsünün "önemsizliği"nden dem vurmak ve bunu da "Kur'ansal" bir çerçeveye oturtmak zorunda. Bu durumda ne yapıyor Hoca; özgürlükçü bir anlayışla başörtüsünü savunamamanın sıkıntısını, döne dolaşa "ilmin önemi"ni tekrarlayarak gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Yani başkalarının başörtüsü hakkında yaptığı "bir metrelik bez" tarzındaki "çıplak" nitelemeyi Hoca, transparan bir giysinin altına gizlenmeye çalışarak yapıyor.

"Şekil" unsurunu bu derece geri plana alan bir yaklaşım için, ibadetlerin belli şeklî kalıplar içinde yapılması zorunluluğu tek başına bir önem arz etmeyebilir belki. Ama İslam'ın öngördüğü "kâmil insan" modeline ibadette ve ubudiyette kemal olmadan ulaşılamayacağı ve ibadet ve ubudiyetin de ancak bu dinin sahibinin belirlediği şekilde yapılırsa makbul olacağı izahtan vareste olmakla Hoca'nın yaklaşımı, İslam'ın Kur'an ve Sünnet çerçevesinde oluşmuş bulunan iman-amel dengesinden çok, beyin jimnastiği anlamında "kokmaz-bulaşmaz" bir aydınlanmayı teşvik etmesi bakımından manidar...

Acaba, "Kur'ansal aydınlanma beni, başörtüsünün, uyulması zorunlu bir ilahî teklif olduğu sonucuna götürdü. Eğer saçma sapan bir "yassak"çı dayatmayı yalapşap savunmak adına bu teklifin muhatabı olmaktan –sureta– kurtulmak için bin dereden su getireceksem söz konusu aydınlanma bana ne lazım?" diyen bir öğrencisi olsa, Hoca buna nasıl bir karşılık verirdi dersiniz?!..

Kendimizi zorlayarak bir an için başörtüsünün, "şeklî dinî" bir "itiyat" olmaktan öte bir anlam taşımadığını kabul edelim. İyi ama üniversite tahsili çağına gelmiş bir genç kız, bu topraklarda bin yıldır devam eden bir "alışkanlığın" tezahürü olarak başörtüsünü "kimlik" kabul ediyor ve kişiliğini onunla bütünleştiriyorsa ve üstelik o bunu yaptığında ne devlet yıkılıyor, ne de rejim tehlikeye düşüyorsa, "ahlakî" olan, bu bireysel (siz bunu "dinî ve kültürel" diye okuyun) tercihe saygı duyulması mıdır, yoksa onu "anlamsız şeklî bir takıntı"ya indirgeyerek bastırmak, yok saymak, sindirmek ve aşağılamak mıdır?

Sonra, diyelim ki, "ikna odaları"na "Kur'ansal" malzeme sunan bu "göğermiş" sa'y-u gayret semeresini verdi ve kızlarımız zülüf ve gerdanlarını açarak Nirvana'ya doğru yola koyuldu! Peki İmam-Hatip liselerini bitirme veya bitirmekte olma gafletine bir kere dûçâr olmaktan başka suçu bulunmayan ve sırf bu yüzden gelecekleri karartılan kızlı-erkekli gençler bu ebedî saadete nasıl ulaşacak? "Mekteb–i âlî" mensuplarına mahsûsen keşf buyurulan türden "bî misl-ü bahâ" bir "uzlaşma"ya mazhariyet iktisap ettirilmek suretiyle onlar da "aydınlatılsa" ve hazır eli değmişken Sadık hocadan bu babda da bir "hîle-i şâhâne" sadır olsa deyû intizar eylemek fazla mı olur?!..

Yukarıya aldığım paragrafın ardından Hoca, kişide ruhî ve ahlakî eksiklik bulunduğu sürece başörtüsünün herhangi bir anlamının olmayacağı temasını kullanıyor ki, bunu niçin yaptığını anlayan varsa beri gelsin. Zira orada sözü edilen ahlakî eksiklik ve kusurları başörtüsünün varlığına bağlayamayacağımız gibi, başı açık olan her hanımın bu anlamda ideali yakaladığını söylememiz de mümkün değil. Hoca'nın söylediğini tersinden söylersek, her başı kapalı olan hanımın ahlakî zaafiyet içinde bulunduğunu söylemek ne kadar absürt bir davranış ise, her başı açık hanımın ahlakî bir olgunluk içinde bulunduğunu ileri sürmek de o derece saçmadır...

Ardından Hoca, lafı "takva örtünüşü"ne getiriyor ve "Takvâ örtünüşüdür esas olan!" diyerek 7/el-A'râf, 26. ayeti zikrediyor. Sonra da bu ayetten yola çıkarak birçok müfessirden nakiller yapıyor ve şu neticeyi elde ediyor: "Cenab-ı Hak, A'raf 26 ayetinde 'takvâ libası'ndan söz etmiş; günahlar, iffetsizlikler, isyanlar ile tâat, ibadet ve ahlâk alanında asıl ve sürekli olanın o olduğunu vurgulamak üzere de, gerek bağlamın genel durumu, gerekse 'hayr' teriminin kullanılması yoluyla onu 'en hayırlı oluş' ile nitelendirmiştir. En hayırlı olan bu giysi, atalarımızın cennette de yitirmiş oldukları türden bir giysidir; koruyucu ve fıtratın duru suları üzerinde mayalanmış idrak, his, yani derûnî edeb, dinî içsel ürperiş, ruhî itikadî bezeniş katmanıdır. Onun için Kur'an, cennete özgü halin o değerli ve yüce giysisini burada olsun kaybetmememiz; bu bilinç, seziş ve hassasiyet duvarını çatlatmamamız gereğini hatırlatmıştır."[26]

Hemen belirtmek gerekir ki, Hoca'nın, "takva giysisi"nin önemini vurgulamak için müfessirlerden bolca alıntı yaparak, yaklaşımını bu şekilde takviye etmeye çalışması bir "atraksiyon"dur. Sadık hoca bunu yapmakla şunu demeye çabalıyor: "Müfessirler de "takva giysisi"nin önemini vurguladıklarına göre, bu durum benim yaklaşımımı, yani "takva giysisi" yanında şeklî örtünmenin fazlaca önemi olmadığı tezini destekler."

İyi ama, müfessirler Kur'an'da "daha hayırlı" olduğu belirtilmiş olan bir hususun altını kalın çizgilerle çizmeyeceklerdi de ne yapacaklardı?! Hoca'ya bu "atraksiyon"unda hak verebilmemiz için, –tezini, görüşleriyle destekleme ihtiyacı hissettiği– müfessirlerin, "kadının örtünmesi" hakkındaki ayetlerle ilgili olarak ne söylediklerini de aktarması gerekmez miydi? Eğer o müfessirler de "takva giysisi"ni vurgulayan 7/el-A'râf, 26. ayetinden yola çıkarak Kur'an'ın tesettür emri konusunda Sadık hocanın vardığı neticeye varmış iseler, onlardan yapılan onca alıntı ancak o zaman Hoca'nın duruşu bakımından bir anlam ifade eder. Değilse, Sadık hocanın yaptığı şey hakkında yapılabilecek en hafif niteleme, "Kelimetun hakk urîde bihâ'l-bâtıl" olacak.

Öte yandan başörtüsünü çıkarmama ısrarında olanlar, sadece dış giysiyle, şekille ve görünüşle yetinilebileceği, bunun yanında "takva giysisi"nin herhangi bir önem ve değeri haiz olmadığı tarzında bir yaklaşım içinde olmadıklarından, yaklaşık 12 sayfalık makalesinin yine yaklaşık 6 sayfasını "takva giysisi"nin önemine ayırmakla Hoca, sadece "malumu ilam" gereksizliğiyle iştigal etmiş! "Takva giysisi"nin önemli ve "daha hayırlı" olması "tesettür"ün önemsiz olmasını gerektirmez. Burada böyle zorlama bir "lâzım-melzum" ilişkisi kurmak doğru ise, ahiret hayatı "daha kalıcı ve daha hayırlı"dır[27] diyerek insanların "bir oyun ve eğlenceden ibaret" olan şu fani dünyada nirvanaya ulaşmak için anadan üryan dolaşan Hint fakirleri gibi "exhibitionist" takılmalarını önersek, ya da "azığın en hayırlısı takvadır"[28] diyerek hac yolculuğunda azıklanmanın fuzuli olduğunu söylesek ne lazım gelir hocam?

Buradaki "atraksiyon"un gözlerden gizlemeye çalıştığı bir diğer husus da –ki bu daha önemli–, kişioğlunun "takva libası"nı hangi hallerde giymiş, hangi hallerde çıkarmış olduğu sorusunun cevabıdır.

Kur'an'da, "Kim Allah'ın şe'âirine ta'zim ederse, muhakkak ki o (ta'zim) kalplerin takvasındandır"[29] buyurulur.

Müfessirler, buradaki "şe'âir" kelimesinin "me'âlim", yani Allah Teala'ya kulluğun alametleri, O'nun çizdiği sınırlar[30], emirleri[31], kendisine taatin göstergesi kıldığı alametler[32] anlamında olduğunu, hasılı O'nun emrine konu olan her şeyi[33] ifade ettiğini söyler. Elmalılı merhum bu kelimeyi "Allah'ın iradesini gösteren merasim-u tekâlif-i diniyyesine ve ibâdât ve taatına nişâne olan alâmât-ı müşîre"[34] şeklinde tefsir etmiştir ki, gerek bu ihatalı yaklaşım, gerekse diğer müfessirlerin açıklamaları, takvanın başörtüsü emri ile irtibatlandırılmasını mümkün, daha doğrusu "kaçınılmaz" kılmaktadır.

et-Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Kul, sakıncalı şeye düşme korkusundan dolayı sakıncalı olmayan şeyi de terk etmedikçe müttakiler derecesine ulaşamaz"[35]

Ulema'nın takva hakkında yaptığı üçlü tasnifin en üst mertebesine delalet eden bu rivayet, "takva giysisi"ni hakkını vererek üzerinde taşımanın, bir yerlerini açarak değil, olabildiğince örtünerek mümkün olduğunu gösterir. Hoca'nın yaklaşımını –aşağıda da değinileceği üzere– "başörtüsü dinî bir gereklilik olarak görülebilir" tarzında özetleyerek bu rivayetin karşısına koyarsak elde edeceğimiz zorunlu sonuç şu olacaktır: Müttaki olabilmek için, dinî bir gereklilik olarak anlaşılabilmesi mümkün olan şeyleri "imkân" seviyesinden "zorunluluk" seviyesine çıkarmak ve yapılmasında dinî bir sakınca olmayan şeyleri –fuzuliyat ile iştigalden sakınmak için– terk etmek bir gereklilik olduğundan, "takvaya ulaşabilmek için başörtüsü gerekli değildir" tavrı, tumturaklı bir çelişkinin ortasında kıvranmanın işaretidir. "Takva libası"nı böyle merkezî bir konuma yerleştiren bir yazıda, "Ey iman edenler! Allah'tan, hakkıyla ittika edin"[36] emrinin de bir gereği olarak gösterilmesi gereken, başörtüsü hassasiyetini söndürmeye çalışmak değil, beslemek, desteklemek ve yaymak olmalıydı. Çünkü "bilinçli ahlakî erdem" bunu gerektirir...

Sonuçlar

Sadık hoca, yazısından çıkarmamızı istediği sonuçları maddeler halinde şöyle veriyor:

"1- İffet, ahlakîlik, dine bağlılık vb. duygular, salt şekille irtibatlı olmayan; ruh alemimizde, yani engin 'iç mekanımız'da oluşup gelişen, serpilen bir durumdur. Bu nedenle, baş örtüsünü, din bütünlüğünün tamamı gibi algılamak, onu sadece bir yansımasına indirgemek, Kur'an'ı derinliğine anlamamanın, geleneğin bağımlısı olmanın bir sonucudur."

İzin verirseniz evvela Hoca'ya "iffet, ahlakîlik, dine bağlılık"ın birer "duygu" olarak ifade edilmesinin ontolojik ve de linguistik açıdan doğruluğundan emin olup olmadığını sorayım; sonra da eğer bunların birer "duygu" olduğundan emin ise, cümlenin sonunda onlardan ne diye da birer "durum" olarak bahsettiğini sual edeyim.

Sâniyen, elbette bu "duygular" ya da "durumlar" salt şekille irtibatlı değildir ve onların derunî boyutları bulunmalıdır. Başörtüsünün ehemmiyeti konusunda Hoca gibi düşünmeyenler de bunu böylece kabul eder. Eder de, "İffet, ahlakîlik, dine bağlılık vb. duygular salt ruh alemimizle, yani engin iç mekânımızla irtibatlı olmayan, aynı zamanda şeklî/zahirî yansımaları da olan bir durumdur" desek, "büyük uzlaşı"nın sahibi Sadık hoca bakımından münasip düşer mi? İşte burası meçhul!..

Sâlisen, Allah'ın bir emri konusunda gösterilen, gösterilmesi gereken hassasiyete tahammül edemeyerek "onu dinin bütünü gibi algılamayın" buyuran yaklaşımın, –bilfarz– yarın bir gün namaz, oruç, hac... gibi ibadetler konusunda bir yasaklamaya maruz kalındığında da aynı şeyi önermesi işten bile değildir. Hoca unutmuş olabilir, hatırlatalım: Kur'an'ın yüzlerce ayetini "dönemini doldurmuştur" gerekçesiyle ilga etmeyi öneren "din mühendisleri" de "Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr" ederken aynı mantıktan hareket ediyorlardı. Yani Kur'an'ın normatif hükümler ihtiva eden ayetlerini devre dışı bırakmak isteyenler de ilgi çekici biçimde bu ayetlerin "din bütünlüğünün tamamı" gibi algılanmasının doğru olmadığını söylüyorlardı. İnsan bir kez şaşmayagörsün...

Ve râbi'an, "baş örtüsünü, din bütünlüğünün tamamı gibi algılamak, onu sadece bir yansımasına indirgemek" cümlesindeki "onu"yu "başörtüsü"ne mi, "din bütünlüğünün tamamı"na mı göndereceğiz hocam? İlkine gönderirsek, başörtüsünün muhtelif yansımaları bulunduğunu söylemek durumundayız. İkincisine gönderir ve "sadece" kelimesinin başına takdirî bir "din bütünlüğünün tamamının" cümlesi yerleştirirsek, başörtüsünün, din bütünlüğünün tamamının bir yansıması olduğunu söylediğinizi kabul edeceğiz.

İlk ihtimal –Kur'an ve Sünnet'in çizdiği çerçeveyle uyumlu olmak kaydıyla– başörtüsünün herhangi bir yansımasını kabul ettiğinizi gösterir ki, bizce "iyi" olmakla birlikte yazınızın genel havasına aykırı olduğu için zat-ı aliniz açısından çelişkili bir durum arz ediyor.

İkinci ihtimal ise başörtüsünün tarafınızdan "din bütünlüğünün tamamı"nın bir yansıması olarak görüldüğünü ihsas eder ki, bu da yazınızda söylemeye çalıştığınız şey ile çatışır.

İyisi mi bırakalım "onu" yerinde dursun, onu hiçbir yere göndermeyelim; sizi kırk dereden su getirerek söylemeye gayret ettiğiniz şeyi daha güzel bir Türkçe ile ifade yetisine kavuşturmak için "kırkıncı" dereden alıp bir dil kursuna gönderelim, ne dersiniz? Hem böylece okuyucularınızı da, meramınızı keşfetmek için ikinci kere gayret gösterme külfetinden kurtarmış oluruz...

Gelenek bahsinde bir istitrad

Gelelim şu "gelenek bağımlılığı" meselesine. "Gelenek" tabiri hiçbir zaman, son birkaç on yıl içinde İslam dünyasında müşahede edilen boyutlarda lanetli bir anlama büründürülmüş değildir dense sezadır. Böylesi olumsuz bir imajla kullanıma sürülen "gelenek"e bağlılığın da "bağımlılık" haline dönüşüvermesi, "direkman" ve de "otomatikman" katmerli bir olumsuzluğun ifadesi olmakta.

Peki nedir "gelenek"i cüzzamlı kılan? Hatta daha önce şunu sormak lazım: "Gelenek" nedir? Pek çok oryantalistin özenle "Sünnet" karşılığı olarak kullandığı "tradition" mı, Ehl-i Sünnet ya da Şia mı, Mu'tezile mi, icma mı, örf mü, görenek mi? Ya da bunların hepsi mi?

Şunu teslim edelim bir kere: Oryantalistler "Sünnet" kelimesini "tradition"a kalbeden çalışmalar yaptıktan ve bir kısım müslüman "aydın"lar düşünce dünyalarını bu çalışmalar temelinde şekillendirmeyi marifet saymaya başladıktan sonra bir de baktık ki Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti "gelenek" oluvermiş! Ardından anlam çerçevesi ve muhtevası "aymazlıkla" şişirilen bu kelime, tam olarak ne ifade ettiğine/etmesi gerektiğine aldırılmaksızın imajinatif olarak kullanılmaya başladı ve bir "geleneği yadsıma geleneği" oluştu.

Ancak bu yeni geleneğin "bağımlıları", yadsıdıkları gelenek olmadan ne bir medeniyet, ne sağlıklı bir toplum ve hatta ne de birey inşa edilemeyeceği temel gerçeğini göz ardı ederek "asrın hatası"nı işliyorlar. Ben bunlara, "İslam'ın, baba parası hırsızlayarak "free" takılan ev kaçkını çocukları" diyorum. Bunlara "haydi geleneğin sana verdiklerini geri ver ve kendini geleneğin hiçbir unsuruna dayanmadan yeni baştan inşa et" diyecek olsanız, mızmızlanıp, "elbette geleneksiz olmaz, yanlış olan geleneğe bağımlılıktır" derler. Oysa "gelenek"ten aldığınız her unsurda (ona "bağımlı olmadığınızı ne kadar söylerseniz söyleyin) ona olan bağımlılığınızı bizzat tescil etmiş oluyorsunuz. Hatta "geleneği" yine bizzat "gelenek"ten edindiğiniz hareket noktaları ve lojistik destek ile eleştiriyorsunuz. Gelenek dediğiniz olguyu yücelten de işte burasıdır.

Bu gelenek, kendisine yöneltilebilecek bütün soru ve itirazları kendi bünyesinde üretmiş ve size kadar korkunç bir özgüvenle taşımıştır. Onu sizin, bizim, hepimizin genlerine yerleştiren de işte bu "akla ziyan" özgüvendir. Modernitenizi bile kendisinden aldığınız argümanlar üzerine bina ettiğiniz "soylu, üretken ve hayat dolu" bu gelenek, geleceğin inşasında da yegâne belirleyici olarak dinamizmini muhafaza etmektedir.

Tıpkı şairin ,

"“Lâ” ile nefy-i vücûd etse bir münkir,

Reh-i isbâta girer, ayrılamaz “illâ”dan;

Hak iken dâire-i kevn-i muhît-i mutlak,

Yine Mevlâ'ya döner, yüz çeviren Mevlâ'dan."

dediği gibi, varlık ve hayat tasavvurumuzdan estetik zevkimize kadar her şeyimize, bütün varlığımıza sinmiş bulunan bu gelenekten kaçmak için sarf edilen her gayret, farkında olalım ya da olmayalım, bizi onun yörüngesinde tutan merkez-kaç kuvvetine bir katkıdır.

"2- İffeti korumak, cinsellik objesi olmamak ve iman bütünlüğünü korumak perspektifinden bakıldığında, örtünmenin özellikle nesnesi olan saçlar, genel anlayış biçimine göre birinci sırada, ağırlıklı ve en stratejik ve kışkırtıcı obje değildir! Vücûdun diğer kısımları şöyle dursun, doğal olarak açıkta olan ve açıkta bırakılması kayıt altına alınmış lulunan [..illâ mâ zahera minhâ..(Nûr, 31)] ellerle, gözlerle, dudaklarla, yanaklarla, kaşlarla kıyaslandığında, saçlar son derece sönük kalır!.. Hatta, bu düşünce, mısralarda bile ancak, sevgilinin alnına ya da yanaklarına indiğinde etkileyici olması, 'zülfü yâr' haline gelmesi kabüllenişiyle de pekişir. Aşıkın kalbine de bir ok gibi saplanan, ne saçlar, ne onun bukleleri ve örükleridir; tersine, çoğunlukla, yaya benzetilen kaşlardır, oka teşbih edilen kirpiklerdir, içinde âşıkın yittiği okyanuslara ve yakıcı güneşlere senzetilen, gözlerdir.. ilh."

"Taktın sen de" diyeceksiniz, ama "korumak" kelimesinin bir cümlede iki kere geçmesi sizi de rahatsız etmiyor mu? Peki peki, geçtim...

Önce şu "İffeti korumak, cinsellik objesi olmamak ve iman bütünlüğünü korumak perspektifinden bakıldığında, örtünmenin özellikle nesnesi olan saçlar, genel anlayış biçimine göre birinci sırada, ağırlıklı ve en stratejik ve kışkırtıcı obje değildir! " ifadesi üzerinde biraz duralım:

24/en-Nûr, 30-31. ayetlerinde mü'min erkek ve kadınlar, harama bakmaktan sakındırıldıktan sonra "hıfz-ı furuc" ile emrolunmuşlardır ki bu tabir, –Elmalılı merhumun deyişiyle– haramdan kemal-i tahaffuz ile ırzı muhafazadan kinayedir. Mezkûr surenin 31. ayetinde mü'min kadınların "zînet(yer)lerini açmamaları ve başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtmaları" da emir buyurulduğuna göre, bu emirlerin dahi "haramdan kemal-i tahaffuz ile ırzı muhafaza" kapsamında değerlendirilmesi gerekir.

Bilhassa Hoca'nın yukarıda geçen "Bizi, zorunlu ve gerekli olana ulaştıran şeyin bizzat kendisi de zorunludur" tarzındaki ifadesini –ki önemli bir kaidedir– hatırlayacak ve 24/en-Nûr, 30-31. ayetleri ile irtibatlandırarak mevzu-i bahsimize uygulayacak olursak ortaya şöyle bir sonucun çıkmasına Hoca da –zorunlu olarak– itiraz edemeyecektir: Irzı ve iffeti korumak gaye ise ve dahi başörtüsü emri, 24/en-Nûr, 31. ayette ırzı ve iffeti koruma bağlamında zikredilmiş ise, başörtüsünün bizzat kendisi de zorunlu olmak lazım gelir! Yoksa iffeti korumada başörtüsünün hiçbir fonksiyonu bulunmadığını söylemek, Kur'an'ın bir ayetinde "abes" bulunduğunu iddia etmek anlamına gelir ki, cesareti olan buyursun!

Öte yandan burada Hoca'nın yaklaşımı ile başörtüsü emrini havi Kur'an ayetleri arasında bariz bir çatışma bulunduğunun da altını çizelim. Zira Kur'an başörtüsünü emrederken, yüzü, yani Hoca'nın tabiriyle "birinci sırada, ağırlıklı ve en stratejik ve kışkırtıcı obje"yi "illâ mâ zahera minhâ" kapsamında bırakıyor; Hoca ise, "eğer maksat iffeti korumak, cinsellik objesi olmamak... ise, öncelikle örtülmesi gereken, saçlar değil, yüz olmalıdır" gibi bir sonuca yol açacak bir yaklaşım sergiliyor.

Oysa aynı mantıktan giderek tesettür olgusunu bütünüyle ortadan kaldırmak işten bile değil. Zira "önemli olan kalp temizliğidir, ruh arılığıdır, ahlakî olgunluktur"dan kalkarak kadınların, boyun ve gerdanlarını kapatmalarının zorunlu olmadığı sonucuna varanları biliyoruz. Hatta burada açılabilecek yerleri boyun ve gerdan ile sınırlamanın da bir mantığı yok. Neden buralarını açabilen "erdemli hamfendiler" başka yerlerini de açamasınlar? Ne dersiniz hocam? (Bu soruyu sorarken Hoca'dan, "geleneğin bağımlısı" olmadığını, dolayısıyla kadınların giyim-kuşamları konusundaki yerleşik geleneğin "creation"larına itibar etmediğini gösteren bir cevap beklerim.)

Sevgili hocam diyebilir ki, "Eğer toplumu –kadınıyla erkeğiyle– ruhî olgunlukla ve ahlakî erdemlerle donatmaz iseniz, kadınlar nasıl örtünürse örtünsün, çözüm olmaz."

Ben de derim ki: Eğer örtünmek iffeti korumanın temel bir vasıtası olmasaydı, Kur'an ve Sünnet sadece "bilinçli ahlakî erdemler"e vurgu yapmakla yetinir, ayrıca tesettürü emretmezdi. Demek ki neymiş? Kur'an'a göre "iffeti korumak, cinsellik objesi olmamak ve iman bütünlüğünü korumak" ile "örtünme" arasında vazgeçilmez bir bağ var imiş!..

Ardından gelen ifadelerde Hoca'nın, "zülüf" mazmununun tesettür tahtında müstetir "kemend"ine takıldığının farkında olmadan parçaladığı edebiyatın perişanlığına ise perçem ağlar, kâkül ağlar, tel ağlar...

"Geleneğin bağımlısı" olan kadınlarının, saçları örtmeyi, giyim-kuşam kültürünün ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü bir toplumun ürettiği edebiyatta "ahenkle danseden saç" muhabbeti aramak beyhude olsa da,

"Ceyş-i mülk-i hüsnüne sergerde etmiş perçemi,

Fitneye başbuğ kılmış bir belâ-yı mübremi"

diyen Hayretî'nin, örtü altından sarkan "perçem"i bütün bir "ceyş-i mülk-i hüsn"e "sergerde" kılmış olması –Hoca'yı bilmem amma bence– hayreti mucip değildir...

"3- Bütün bunlarla beraber, saçlar, kadının özen göstermesi ve, isterse setretme hakkı olan zinetleri arasında addedilebilir; bu (ne?), giyim kuşam alanındaki temel insani haklar bağlamında bir tez konumuna bile yükseltilebilir.. Ama ne var ki, bunun (neyin?) vasıtası olan başörtüsüne atfedilecek önem, 'en hayırlı olmak'la nitelenen o manevi, içsel ve derunî takvâ örtüsünü aşamaz! Onun önüne geçemez.."

İtalik cümleler arasında bulunan ve parantez içinde normal fontlarla yer alan ifadelerin bu paragraftaki Türkçe hatalarını anlatmak için yeterli olmasını arzu ederdim. Ne yazık ki durum daha vahim.

İçinizde Türkçe konusunda kendine güvenenler bana şu cümlenin doğrusunu yazabilir mi lütfen: "... saçlar, kadının özen göstermesi ve, isterse setretme hakkı olan zinetleri arasında addedilebilir..."

Gülmeyin arkadaşlar! "Kadının, saçına özen gösterme hakkı" diye bir hakkın varlığından habersiz iseniz suç Hoca'da mı?

Efendim?! Hoca böyle demiyor mu? "Saçlar, kadının özen göstermesi (...) hakkı olan zinetleri arasında addedilebilir" mi diyor? Peki bu ne demek?

...

Biz bu işin altından kalkamayacağız. İyisi mi bırakalım herkes istediği gibi anlasın. Üstelik "hermeneutic" diye birşey var değil mi!..

Burada Sadık hoca, başörtüsü hakkında "olabilite"li ifadeler kullanmaya özen gösterdiğine göre ortada iki ihtimal var demektir: Ya kendisi başörtüsünün temel insan hakları ve –Kur'an'da örtülmesi emredilen yerler meyanında– "zinet" alanına girdiğini kabul etmiyor ve fakat böyle kabul edilmesini de normal karşılıyor, yahut kendisi de başörtüsünün "zinet" ve "temel bir insan hakkı" olduğunu düşünüyor. Ancak bu "temel insan hakkı"nın, takva giysisinin önüne geçemeyeceğini belirterek, "temel bir hakkınız gasbedilmiş olsa da önemli değil, siz bunu takmayın, takva giysisini takın, işinize bakın" diyor.

Yukarıda bu konuyla ilgili yerde söylemiştim, yineleyeyim: "Takva giysisi"nin önemli olması, tesettürün önemsiz olmasını gerektirmez ve üstelik tesettür dayatmacısı "narsistler" de "takva giysisi"nin önemsiz olduğunu söylemiyor. Onlar diyorlar ki: "Tesettür, "takva giysisi"ni bütünleyen, ikmal eden ve besleyen bir unsurdur. Dolayısıyla "takva giysisi"ni önemseyen bir anlayışın, tesettürü önemsiz addetmesi müstakil bir problematiktir." Haklılar da...

Öte yandan hatırlanacak olursa, bu yazının baş taraflarında Hoca'dan iktibasen başörtülü okuma konusundaki ısrarın "kendi şahsî kültürel haritamızı, monist bir tarzda varoluşa egemen görelilik gerçeğini gözardı ederek, kabule zorlamak " anlamına geldiğini ve dahi bu tavır, "tek-benci bir inatla, 'illâ benimki ve benim anladığım biçimde!..' demek olacağından, böyle davranmanın "insan doğasına ve toplum işleyişine aykırı" düştüğünü, "salt 'benmerkezci', yani 'narsist'çe bir aymazlık" olduğunu görmüştük. Dolayısıyla Sadık hocaya göre "Çetin sınavlardan geçtiğimiz tarihin şu kritik dönemecinde, kendi payımıza, hangi gerekçeyle olursa olsun, sonuçsuz heveleslere takılarak, kendi giyim kuşam anlayışımızı kurum, yasa ve yönetmeliklere dayatmak, kendimizi merkeze, dışımızdakini 'perifere' almak, ne yararlıdır, ne de durumu iyileştiricidir."

Bütün bunlar, başörtüyle okuma ısrarının Hoca nezdinde ne anlam ifade ettiğini açık bir tarzda anlatıyorken, makale üzerinde çalışma işini, ipin ucunu kaçıracak ölçüde zamana yaydığından mıdır, yoksa sık sık içtihat değiştirme rüzgârına eteğini kaptırdığından mı bilinmez, kendi makalesinden çıkardığı bu 3. neticede birden durum farklılaşıyor ve "saçlar, kadının özen göstermesi ve, isterse setretme hakkı olan zinetleri arasında addedilebilir" oluyor ve hatta başörtüsü, "giyim kuşam alanındaki temel insani haklar bağlamında bir tez konumuna bile yükseltilebilir" hale dönüşüyor.

Şimdi Hoca'ya sormanın tam zamanı değil mi: Perhizdeyseniz bu turşu ne iş?..

Ve geldik Hoca'nın "en önemli" dediği neticeye:

"4- En önemli netice şudur: Daha önce Kur'an'daki önem ve önceliğini belirttiğim 'ilim yolunda olma', ilim elde etme, ilim ve bilgi vasıtasıyla bütün insanlığa yararlı olmayı amaç haline getirme söylemi karşısında, türban tercihi, 'olmazsa olmaz' [condition sine qua non] bir alternatif değildir. Burada tez, ilimdir, ilim yolunda oluştur; bunun alternatifi başka bir şey değil, bilgi ve teknolojiyi daha yüksek bir noktaya taşıma, insanlığın ortak paylaşımına sunma gayretidir.. Ama 'en hayırlı oluş', daha az hayırlı olanları yok saymayı gerektirmez, fakat bu daha az önemli ve ikincil olanları 'en hayırlı olan'ın önüne geçirmemize, fer'i olanı asli olanın önüne almamıza kesin engel olur. Bu nedenle, başını örtememe bahanesiyle kendini Üniversite'den uzak tutmayı yeğleyen bir kimse, 'tercihini kötü kullanma' yanlışı işlemiştir; zira, bireyin 'ilimsizliği', 'ilim kapısından kendini uzak tutmayı' seçme hakkı, negatif ve yararsız bir hak iddiasıdır ki, kimseye bir şey kazandırmaz.. Zira ilim, tüm bireysel zevk ve istemlerimizin kendisi karşısında susarak boyun eğdiği yazgımızdır, zorunluluğumuzdur, Millet olarak yükselmeyi amaçladığımız zirveye bizi tek taşıyıcıdır. Bu realite karşısında bize düşense, onu sevmek, her şey içinden önce onu seçmektir."

Efendim, yüksek müsaadelerinizle, şu "alternatif" meselesine biraz

Ebubekir Sifil


Konular