İSTANBUL'UN FETHİ VE FATİH

Milat'tan altıbuçuk asır önce Sarayburnu'nda küçük bir köy olarak kurulan İstanbul, zamanla gelişip büyük bir şehir hâlini almıştır. Kostantiniyye şehri haline gelişi, mîlâdı tarihle 300. yıla tesadüf etmektedir. Bu tarihten altmışbeş sene sonra, Şarkî Roma İmparatorluğu'nun merkezi hâline gelince, önemi daha da artmıştır.

İstanbul; latif havası, denizi, pırıl pırıl manzarası, yeşillikleri, Asya ile Avrupa arasında köprü teşkil eden coğrafî konumu itibariyle pekçok milletin hayalini doldurmakta idi. Hükümdarlar ve krallar, orayı elde et-mek için, açık veya gizli tertipler hazırlıyor ve ordular toplayıp İstanbul'u muhâsara altına alıyorlardı.
İstanbul, Müslüman Türk milleti tarafından beş defa kuşatılmıştır. Bunlardan ikisi Yıldırım Bâyezid, biri onun şehzadesi Musa Çelebi tarafından olmuş, fakat fetih müyesser olmamıştı. Dördüncü defa Sultan İkinci Murat tarafından yapılan kuşatma da neticesiz kalmıştı.

Onun mahdumu İkinci Mehmed, bu zor işi başaracak ve "Fâtih" unvanını alacaktı. Fâtih, 29 Mart 1432 tarihinde İsfendiyar Bey'in kızı ve Sultan İkinci Murat'ın zevcesi Hatice Sultan'dan doğmuştur. Babası, o günün saray teâmüllerine göre, oğlunun yetişmesine büyük bir dikkat göstermekteydi. Manisa valisi bulunduğu sırada, devrin önde gelen âlimlerinden Molla Gürânî'yi ona hoca olarak tayin etmiş ve Fâtih'in yetişmesine büyük bir titizlik göstermişti.

Yapacağı fetihle tarihin seyrini değiştirecek olan İkinci Mehmed, din ve dünya ilimlerini bir arada öğrenmekteydi. O, küfrün bulutlarını darmadağın edecek İslâmî şuura; Bizans'ın surlarını taş taş sökecek teknik bilgilere, târihte çığır açıp çığır kapayacak siyasî dehaya ve ana dilinden başka beş tane yabancı lisana vâkıf bulunmakta idi.

Döktürdüğü topların yiv ve set hesaplarını bizzat yapacak kadar "hendese"ye vâkıf bulunan Fâtih, o gün "müderris" adı verilen bir pro-fesör seviyesinde İslâmî bilgilere sahipti.

İkinci Mehmed'i İstanbul'u fethetmeye sevk eden âmil, cihangirlik sevdası değil, Resulullah (s.a.v.)'in asırlarca evvel müjdelediği fetih ve "Orayı fetheden kumandan ne hoş kumandandır" hadisindeki övgüye lâyık ve nail olma arzusu idi(7). Buna ilave olarak, İstanbul'un fethi, Osmanlı saltanatının Asya ile Avrupa kıt'alarındaki ülkelerini birleştirecek, ulaşım ve müdafaa imkânlarını kolaylaştıracak ve her iki kıt'ada genişlemeye yardım edecekti.

Azmi önünde alınamayacak kal'a, yıkılamayacak sûr tanımayan İkinci Mehmed, fethi kolaylaştırmak için, boğazı kontrol altına alma zaruretine inanmış bulunuyordu. Bu maksatla, dört ay gibi kısa bir za-manda, Rumelihisarı'nı yaptırdı.

Din ile tekniği hacimde şekil gibi ruhunda mezc eden Fatih, bizzat hazırladığı "sûr" planını, Peygamber Efendimizin ismi bulunan "Muhammed" şeklinde çizmiş; "mim" harfinin geleceği yerlere kuleler koydurmuş ve Hz. Muhammed'in yoluna baş koyduğunu açıklamış bulunuyordu.

265.000 kişilik ordusunun içinde serâmedân-ı evliyâdan, ilmin zir-vesine ulaşmış bilginlerden yetmişyedi kişi vardı. Bu muhterem zâtlar; yaptıkları vaaz ve öğütler ile cihadın faziletini, kulaklardan gönüllere, hayat iksiri gibi akıtmışlar ve İslâm askerlerini birer "sedengeçti" hâline getirmişlerdi. Fani hayatını istihkar eden bu efrâd, şehit olmayı yaşamaya tercih etmekteydi.

Şair, âlim, âbid ve İstanbul'un Fâtih'i, seccadesini Eyüp tarafına serdirip, ordusuna imam olarak öğle namazını bizzat kıldırmıştı. Na-mazdan sonra "şükür secdesi"ne kapanıp, kendisini muzaffer kılması için Allah Teâlâ'ya dua ve niyazda bulundu. Daha sonra, muhasaranın başladığını ilân ettirdi.

Yetmiş parçalık bir donanmayı karadan yürüterek Haliç'e indirmiş, dünya tarihinde ilk ve son defa görülmüş çok zor bulunan bir işi başar-mıştı. Verdiği kararda en ufak bir fikir zaafı göstermeyen Fatih, fasılasız olarak yirmi gün surları top ateşine tutturdu. Atını ateş hattına ka-dar sürerek askerlerinin kuvvei mâneviyelerini takviye ediyordu. Kan dökme gayesini gütmeyen Fâtih, İsfendiyaroğlu'nu, Şarkî Roma İmparatoru'na elçi olarak gönderip şu haberi ulaştırdı: "Kan dökülmesini istemiyoruz. Şehri teslim ediniz.". İmparator bu teklifi reddedince, Fâtih, muharebeye devam emrini verdi.

Muhasara devam ediyorsa da şehrin alınması gecikiyordu. Bu du-rum karşısında devrin sadrâzamı, muhasaranın kaldırılmasını padişa-ha teklif edince, tarihlere şan veren şu cevabı aldı: "Hayır!.. Muhasara asla kaldırılamaz. Ordularımın önünde düşmeyecek bir kal'a ve mağ-lup olmayacak bir ordu yoktur. Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni!"

0 devrin harp tekniğine göre kanlı bir muharebe başlamıştı. Tüneller açılıyor, temeller barutla tahrip ediliyor, kale duvarları top atışları ile dövülüyor ve tahrip etmeye çalışılıyordu. İslâm askerleri, destanlaşan bir feragatla, dövüşmekte ve şehid olmaya azmetmiş bulunmaktaydı.

Takvimler 29 Mayıs 1453 tarihini gösteriyordu. Fatih'in sabrı son raddeye gelmiş bulunuyordu. Artık İstanbul İslâm beldeleri arasına katılmalıydı. O günün gecesinde hiçbir kimse uyumamış ve herkes dua ederek ordunun zaferi için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunmuştu.

Sabah namazı kılınmış, güneş ortalığı aydınlatırken Fâtih, "hücum" emrini vermişti. Mü'minlerin ağızlarından çıkan tekbirler, "Allah, Allah" sesleri, kal'a duvarlarında akisler yaparak etrafa yayılıyordu.
Allah'ın Resulü, ins-ü cin Peygamberi Hz. Muhammed'in "Allah, Rum(ların elinde bulunan) Konstantiniyye'nin fethini tekbir ve tesbih ile mü'minlere müyesser kılmadıkça kıyamet kopmaz" müjdesi yaklaşmış bulunuyordu.

Fatih, vezirlerinin muhalefetine rağmen, atını ön saflara kadar sürüyor ve "Vurun cengâverlerim, koman kurtlarım! Allah büyüktür" diye-rek kılıç sallıyordu.
Enbiyâ ve evliyaya istinadım var benim, Lutfi Hak'tandır hemân ümîdi feth-u nusratim. diyen Fâtih, son gayretini sarf etmekteydi.

Ulubatlı Hasan, bütün gücünü parmaklarında toplayarak, kal'aya tırmanmaya muvaffak olmuş ve Türk bayrağını surların üzerine dikmişti. Bunu gören İslâm askerleri coşmuş ve hiçbir engel tanımaz hale gelmişti. Top atışları ile surlarda büyük boşluklar açılmış ve buralardan içeriye giren askerlerimiz, kal'a kapısını açmışlardı. Artık Konstantiniyye fetholunmuştu. İstanbul olarak anılacak bu şehir, Müslüman Türk'ün malı olmuştu.


(7) Feyzü'l-Kadir, c. 5, s. 262