MALAZGİRT'TE İSLÂMIN ZAFERİ

Kahraman bir ırk olan Türk milleti, İslâm dinini kabul ettikten sonra, Allah yolunda hizmet etmeyi kendisi için en şerefli bir vazife bilmiş ve "kelimei tevhid"in en yüce inanç haline gelmesi için geceyi gündü-ze katarak çalışmıştır. Bu ulvî gayenin tahakkukuna hayatını vakfeden Selçuklu Türkleri, İslâm'ın nurunu yaymak ve insanları hak dinin etrafında toplamak için, Anadolu şehirlerine akınlar düzenlemişler ve bu uğurda büyük bir şecaat gösterip Allah rızasını kazanmaya çalışmışlardır.

Müslüman Türklerin bu istikamette devam eden akınlarından tedir-gin olan Romen Diojen, etrafındaki askerî ve sivil erkâna, "Doğu hudutlarımızda büyük bir tehlike belirdi. O da, müslüman Türklerin İslâm dinini yayma teşebbüsleridir. Daha fazla büyümeden bu tehlikeyi orta-dan kaldırmalıyım" diyor ve Türk ordusunu imhâ edip İran'a kadar uzanmak ve meseleyi kökünden halletmek istediğini ifade ediyordu. Bu maksatla 13 Mart 1071 tarihinde İstanbul'dan yola çıkmış ve Anadolu'ya geçerek Türk ordusunu aramaya başlamıştı. O sırada Halep'te bulunan ve bu durumdan haberdar olan Selçuklu hükümdarı Alpars-lan, askerine mecburi yürüyüş emri vermiş, Fırat ve Dicle nehirlerini geçip Diyarbekir-Bitlis yolu ile Ahlat'a ulaşmış ve Bizanslıların tahmin edemediği bir zamanda "Malazgirt'in doğusunda ordugâhını kurmuştu.
Malazgirt savaşı, üstün ordu gücü ile zaferler elde etmeye alışık cesur ve fakat durgun zekalı bir general ile, "Bozkır taktiği" içinde pişmiş ve sevku'l-ceyş dehasına sahip, azimli ve kararlı bir serdarın karşı
karşıya gelmesidir.

Selçuklu ordusu; düzenli, disiplinli ve komutanlarına son derece itaatli olup sayıları elli bin kişiyi geçmiyordu. Bizans askerleri ikiyüz bin kişi idi. Düşman, sayıca üstün olmakla beraber, tek merkezden idare olunmaya müsait değildi. Çünkü ırk ve dil farkları bulunan unsunlardan teşekkül etmiş bulunuyordu. Norman, Ermeni, Slav, Abhas gibi ekalliyetler Bizans ordusunda yer almış bulunmaktaydı. Hatta Avrupa'da ya-şayan ve müslüman olmamış Peçenekler ile Uz'lardan alınmış ücretli Türk askerleri bile vardı.

26 Ağustos 1071 cuma günü sabahı ortalık aydınlanırken her iki ordu, uzaktan birbirini görmüştü. Bulundukları saha, Van gölünün 45 km. kadar kuzeyinde Murat suyu yakınında idi. Türk ordusundaki ilim adamları ve tasavvuf büyükleri, cihad âyetlerini okuyarak ve dualar ederek, destanlaşacak bir "zafer" için gerekli bulunan kuvve-i maneviyye iksirini onların ruhlarına zerk ediyorlar ve "Nice az bir cemaat, daha çok bir topluluğa Allah'ın izni ile galebe etmiştir. Allah, sabır (ve sebat edenlerle beraberdir" (8) meâlindeki âyet-i kerimeyi okuyarak askeri teşci ediyorlardı.

Alparslan, heyecanlı bir konuşma yapmış ve şöyle hitapta bulun-muştu: "Askerlerim! Bu gün, şu harp sahasında, Allah'tan başka sultan yoktur. Emir ve kumanda, ancak onun kudret elindedir. Ben de sizin gibi bir nefer olarak harbe katılıyorum. Dileyen benimle birlikte cihad eder, isteyen ayrılıp gidebilir". Türk askeri, bu yüce tevazu ve son derece mânâlı teslimiyet ifadeleri karşısında çok duygulanmış ve Alpars-lan'ın emrinden ayrılmayacaklarını sarahat ve heyecanla ifade etmiş-lerdi.

Askerlerinin sadakat peymanlarını duyan Alparslan, secdeye ka-pandı ve "Ey Rabbim! Zât-ı ilâhîne tevekkül ediyor ve azametin karşı-sında yüzümü yere sürüyorum. Yâ Rabb'i, nzanı kazanmak için cihada azmetmiş bulunuyorum. Niyyetim hâlistir, bana yardımını ihsan eyle. Sözlerimde hakikate aykırılık varsa beni kahreyle" diyerek niyazda bulundu.

Sultan, şehîd olma ihtimalini dikkate alarak, "Vefat edecek olur-sam, büründüğüm bu beyaz kumaşı bana kefen yapınız. Melikşah'ın etrafında toplanıp onu kendinize hükümdar tanıyınız, birlik ve beraberliğinizi koruyunuz. Şayet muzaffer olursak istikbâl bizimdir" demiş ve atının kuyruğunu kendi eliyle bağlamıştı. Üzerindeki yayı ve ok kesesini çıkarıp sadece kılıç ve görzünü aldı ve harbe bir nefer gibi katılmak istediğini bu davranışı ile açığa koymuş oldu.

Selçuklu sultanı, İslâmî bir teamüle uyarak, Bizans imparatoruna bir heyet göndermiş ve sulh teklifinde bulunmuştu. Bu dinî nezaketi ve medenî jesti kavrayamayan mağrur Diojen, Türklerin korktuğunu sandı ve barış teklifini şiddetle reddetmiş, "Sultanınıza söyleyin. Sulh müzakerelerini Rey şehrinde yapacağım. Askerlerimi İsfahan'da kışlatacağım. Hayvanlarımı Hemedan'da sulayacağım" demişti.

Yapılacak başka bir şey kalmamış ve savaş kaçınılmaz bir hale gelmişti. Cuma namazı büyük bir vecd ve teslimiyet içinde kılınmıştı. Eller, Cenab-ı Hakk'ın barigâh-ı ehadiyyetine doğru kaldırılmış, ruhlardan kopup gelen bir samimiyetle dualar edilmişti. Gökte melek, yerde beşer müslümanların muzaffer olması için yalvarıyordu. Cenâb-ı Hakk'a bu yalvarışlardan sonra ayağa kalkan müslüman Türk ordusu, harp nizamına girdi ve Alparslan'ın ağzından çıkacak "Hücûm" emrini heyecanla beklemeye başladı.

Selçuklu ordusu, hilâl şeklinde bir yayılma ve harp nizamı uygula-mış, kıyasıya bir savaş başlamıştı. Bizans ordusu içindeki Peçenekler ve Uz Türkleri, müslüman olmasalar da, kendi ırkdaşlarına karşı silâh kullanmak istemedikleri için harbin başlamasından biraz sonra Selçuk-lu ordusuna iltihak etmişlerdi. Bu hareket, Bizans askerlerinin moralini sarsmış ve Türkleri coşturmuş bulunuyordu. Selçuklu ordusunun süva-ri birlikleri, düşmanı ok yağmuruna tutuyor ve göz açtırmıyordu.

Alparsan, sayıca üstün bulunan düşmana karşı Allah Resulünün "Harp hiledir" hadisinden ilham alarak sahte bir geri çekilme planı uyguladı. Türklerin harp sahasını terk ettiğini zanneden Bizans İmparato-ru, Türk askerlerini takibe koyuldu. O, karargâhtan tamamen uzaklaş-tıktan sonra Selçuklu sultanı Alparslan, "Bozkır taktiği" denilen bir sev-ku'l-ceyşi tatbike başladı. Bu usul, düşmanın tamamen yabancısı bulunan bir strateji idi.
Güneş, ufukta kaybolurken Malazgirt ovasında zafer güneşi doğmaya başlamıştı. Müslüman Türk'ün silahlarından kendini kurtarmak isteyen düşman askerleri, perişan bir halde, teslim olmaya başlamışlardı. Bizans imparatoru, yaralı bir hâlde ve maiyetiyle birlikte teslim olmuştu. Onu Selçuklu sultanının huzuruna getirdiler. O, mağrur ve mahcup bir hâlde, önüne bakıyordu. Alparslan, onu nezaketle karşıladı ve yanına oturttu. Tatbik ettiği harp usulünün hatalı taraflarını açıkladı ve onu teselli etti. Sulh teklifini reddetmekle hata ettiğini dile getirerek ona şu soruyu tevcih etti:

— "Benim yerimde siz olsaydınız, bana ne gibi bir muamele uygu-lardınız?" O, aklından geçen cezalandırma şekillerinin en hafifini dile getirdi ve şöyle dedi:
— "Kamçılatırdım". Alparslan:
— "Benim size nasıl davranacağımı ümit ediyorsunuz?" dedi. Ro-men Diojen:
— "Öldürebilirsiniz, zincirle bağlatarak şehir şehir gezdirip teşhir edebilirsiniz" dedi. Selçuklu hükümdarı:
— "Bu saydıklarınızdan başka benden ne umarsınız?" diye bir soru yöneltti. Bizans hükümdarı:
— "Zayıf bir ihtimal olarak serbest bırakacağınızı umuyorum" cevabını verdi. Alparslan;
— "Sizin için zayıf olan ihtimâl, benim için kuvvetlidir. Serbest bırakılacaksınız, müsterih olunuz" dedi ve cengâver olduğu kadar civan-mert olan Alparslan, tarihe şan veren bir zaferin yanında intikam fikrin-den uzak ve medenî bir davranış sergilemiş oldu.

Sözlerimizi, zaferlerin sırrını dile getiren, bir âyet-i kerime meâli ile noktalamak isteriz: "Ey Peygamber, mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabırlı yirmi (kişi) bulunursa onlar ikiyüz (nefer)e galebe ederler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar anlamazlar gürûhudur" (9).

(8) Sûre-i Bakara, 249.