Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik

Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır.55

Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin.56

Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz 'dilencilik esasında haramdır' sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik.

1.Allah Teâlâ'dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve Allah'ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de Allah Teâlâ'yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir.
2.Dilencilikte şahsın Allah'ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa mü'min bir kimse Allah'tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi
kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir.
Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır.
3.Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır.
Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir.Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır.Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde,

Hz.Peygamber'in şu hadîsini anlamış olursun:
Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de di-lenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57

Dikkat edersen Hz. Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi...

Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyamet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde Allah'ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz.58

Başka bir lafızda 'Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur' şeklinde gelmiştir.
Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hz. Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm'ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: 'Halktan hiçbir şey dilenmeyin'. Hz. Peygamber (s.a) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi:

Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa Allah onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdi-mizde daha sevimlidir.59
- Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır.
- Senden istemekten de mi?
- Benden istemekten de...60

Hz. Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine 'Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!' dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye 'Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam 'Ben ona akşam yemeği yedirdim' dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: 'Sen dilenci değil tüccarsın!' Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp 'İkinci bir defa dilenme!' diye emir verdi.

Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hz. Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hz. Ömer'in bu yaptığını uzak görür ve der ki: 'Hz. Ömer'in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta'zir cezası vardır. Hz. Ömer'in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hz. Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?' Fakîhin Hz. Ömer'in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hz. Ömer'in fıkhı yanında nedir? Onun Allah'ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hz. Ömer'in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı Allah'a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hz. Ömer'i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hz. Peygamber'in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hz. Ömer'den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hz. Ömer'in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâ-mil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hz. Ali'nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gafil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hz. Ömer'in yaptığıyla delil getir!

Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gafil olarak Hz. Ömer'in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu tak-dirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir.

Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni'ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır.

Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine 'mekruh' denilmez. 'Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!' derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer Allah dilerse kefaret olur.

Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi... Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi... Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi... Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihti-yaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle be-raber dilenmesi mübahtır.

Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur?

Cevap: Şikayet, Allah'a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: 'Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor'. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi...

Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir?

Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığmda ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur.

Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, Allah hükmeder!
Hz. Peygamber'in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve dava-arı halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, Allah ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki 'Hâkim', 'Ahkem'ül Hâkimîn'dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, ahiret âlimleridir. Onların fetvasıyla ahiret sultanının satvetinden kurtulur.

Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi... Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey Allah katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, Allah katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur.

Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir.

Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî'den başka kimseden birşey almazdı. 'Biliyorum ki Sırrî,

elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum' derdi.
Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi...

Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hz. Peygamber'in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi.
Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hz. Süleyman, Hz. Musa ve Hızır!61

Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir.

İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez.

Bu inceliklerle Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur:
Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir.

Hz. Peygamber'e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse Allah'tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir.
















55) Ebu Dâvud, (Hüseyin b. Ali'den)
56) Ebu Dâvud, Tirmizî
57) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
58) Ebu Dâvud ve İbn Hibban
59) İbn Ebî Dünya
60) Bezzar, Taberânî.
61) Hızır'ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir.