10.Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi

Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni Allah Teâlâ'dır. Öyleyse Allah'ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir.

Allah Teâlâ'nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik. Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi...

Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz.

Bu bakımdan eğer biz âlemde O'ndan başkalarına bakarsak onlarla O'nun sıfatını bile-meyiz. Öyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa Allah'ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder.

Hatta Allah Teâlâ'nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır. Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler.

İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum budur, Allah Teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O'nun varlığına şahitlik eder, O'nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır. Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimi-zin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak... Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O'nun büyüklüğüne şahitlik eder, O'nu tanıtır. Böylece akıllar dehşete kapıldığından O'nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır:

Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez.

İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu. Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen Allah ortaktan münezzehtir. Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen Allah ortaktan münezzehtir.

Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir. Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk
ettik. Dolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendik. Güneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır.

Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir. Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir. Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse Allah Teâlâ eşyanın en zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir.

Eğer O'na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın bir kısmı O'nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O'nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda Allah'tan başkasını görmez ve O'ndan başkasını bilmez. Varlıkta Allah'tan başkasının olmadığını bilir.

Fiilleri ise Allah'ın kudret eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller Allah'a tâbidir. Allah olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir'in varlığıdır. Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O'nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür.

Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir'in sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, Allah'ı geçip de başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi... Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz!

Bütün âlem Allah'ın tasnifidir. Bu bakımdan Allah'ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin Allah'ın fiili olduğunu bilen bir kimse, Allah'ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, Allah'tan başkasına bakmış, Allah'tan başkasını tanımış ve Allah'tan başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse Allah'tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, Allah'ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi't-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhidde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! 'Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık' diyenin sözünde bu mânâya işaret vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir. Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir.

Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların Allah'ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budur. Bir de bu sebebi (Allah'ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür.

İnsanoğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup Fesübhânallah der. Oysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığındanbunların şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer se-bepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu bakımdan insanlar, Allah'ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir.27

Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: 'Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?'

27) Bu, halkın 'Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor' demesine benzer.