3.2 III. Rükün

Uyarıcılığın üçüncü şartı uyarılanın olmasıdır. Uyarılanın durumu öyle olmalıdır ki yasak olan fiil, kendisi hakkında münker sayılabilsin. Burada en az kifayet edici nitelik, insan olmaktır. Mükellef olması şart değildir. Çünkü biz daha önce 'eğer çocuk içki içiyorsa, içki içmekten menedilmeli ve uyarılmalıdır' demiştik, velev ki bu durum, çocuğun bâliğ olmasından önce olsa dahi. Uyarılanın akıllı olması şart değildir. Zira biz daha önce demiştik ki; 'Deli bir kimse deli bir kadınla veya bir hayvanla zina ederse, onun böyle yapmaktan menedilmesi farzdır'.

Evet, fiillerden bir kısmı vardır ki, (namazı, orucu terk etmek ve benzerleri gibi) deli hakkında münker değildir. Fakat biz burada tafsilâtların ihtilâfına bakmayız. Çünkü burada da mukim, misafir, hasta ve sıhhatli bir kimsenin durumları değişiktir. Bizim gayemiz, uyarılanın, uyarmayı gerekli kılan sıfat ve niteliğine işaret etmektir. Tafsilatın esasını gerektiren şeye işaret etmek değildir.

İtiraz: Uyarılanın canlı olmasıyla yetin! İlle de insan olmasını şart koşma! Çünkü bir hayvan bir insanın mahsulüne zarar veriyorsa, nasıl ki deli bir kimseyi zinadan ve bir hayvan ile kuracağı cinsi ilişkiden menediyorsak o hayvanı da bu yaptığından menetmemiz gerekir.

Cevap: Mahsule zarar veren hayvanı, bu yaptığından menet-meye 'uyarmak' demek yersizdir. Çünkü uyarmak, Allah için bir münkerden menetmekten ibarettir. Bu da uyarılanı, münkeri işlemekten, deliyi zinadan ve hayvan ile ilişki kurmaktan, Allah İçin menetmekle olur. Çocuk da içkiden bu ruh ile menedilir. İnsanoğlu başkasının mahsulünü telef ettiği zaman bu yaptığından iki haktan dolayı menedilir. O haklardan biri Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Çünkü böyle yapmak günahtır.İkincisi ise, malı telef edilenin hakkıdır. Bunların ikisi, biri diğerinden ayrılan iki illettir. Bu bakımdan eğer (Zeyd, Amr'm) izniyle onun bir azasını keserse, günah (Allah'ın hakkı) varolmuştur. Fakat organı kesilenin hakkı düşmüştür. Bu bakımdan burada uyarıcılık ve menetmek ancak bu haklardan biriyle sabit olur. Hayvan ise başkasının malını telef ederse günah diye birşey sözkonusu olmaz. Fakat mal sahibinin hakkından ötürü menedilir. Lakin burada bir incelik vardır. Biz hayvanı tarladan çıkarmakla hayvanı menetmek istemeyiz, aksine müslümanın malını korumak isteriz. Zira hayvan, murdar olmuş diğer bir hayvanın etini yerse veya içinde içki bulunan bir kaptan veya içki ile karışık bir suyu içerse, biz onu menetmeyiz. Aksine av köpeklerine ölü hayvanların etini yedirmek caizdir. Fakat müslümanın malı ziyan olacağı zaman, biz de zahmetsizce onu korumaya muktedir olduğumuzdan o malı korumak için böyle yapmak bize farzdır. Hatta eğer bir insanın testisi yukardan düşerse ve onun düştüğü yerde de başkasının camdan yapılmış kapları varsa, o cam kapların korunması için düşen testiye mâni olunur. Fakat bu, testiyi düşmekten korumak için değildir. Çünkü biz testinin korunmasını ve düşüp cam kabı kırmasını gözetmemeyi kastetmeyiz. Biz deliyi zinadan, hayvan ile temas etmekten, içki içmekten koruruz. Çocuğu da böylece koruruz. Fakat bu korumamız, kendisiyle temas edilen hayvanın veya içilen içkinin korunması demek değildir. Aksine deliyi içki içmekten korur, muhterem bir insan olmak hasebiyle uzak tutarız.

İşte bunlar ince latifelerdir. Ancak müdekkik kimseler bunları kavrayabilir. Bunlardan gafil olmak uygun değildir. Bundan sonra çocuk ve delinin menedilmeleri farz olan şeyler hakkında da çeşitli görüşler vardır. Zira onların ipekli giymelerinde tereddüt vardır. Üçüncü bölümde işaret edeceklerimizle bu hususa temas edeceğiz.

Soru: Herhangi bir müslüman, bir insanın tarlasına salıverilmiş birtakım hayvanlar görürse, acaba bu hayvanları o araziden çıkarmak kendisine farz olur mu, olmaz mı? Herhangi bir müslüman ziyan olmaya yüz tutan ve diğer müslümanın malı Olan bİT mail gördüğü zaman, acaba onu korumak kendisine farz olur mu, olmaz mı? Eğer siz 'korumak farzdır' derseniz, bu zâlimce ve ağırca yüktür ve insanın hayatı boyunca başkasına bağlı olmasına yol açar. Eğer derseniz ki, 'böyle yapması farz değildir', o halde başkasının malını gasbeden bir kimseyi uyarmak neden farz olsun? Oysa böyle bir uyarının mânâsı başkasının malını gözetmekten başka birşey değildir.

Cevap: Bu ince bir meseledir. Burada en kısa söz şöyle dememizdir: Kişi başka müslümanın malını, bedenine bir zorluk isabet etmeksizin, malında ve dünyevî mertebesinde bir noksanlık ve zarar olmaksızın ziyan olmaktan koruyabiliyorsa, bu takdirde korumak kendisine farz olur ve bu kadarı müslümanın hakları bahsinde farzdır. Hatta hakların derecelerinin en azıdır. Müslümanların haklarının korunmasını farz kılan ve gerektiren deliller pek çoktur. Bu da derecelerin en azıdır. Bu bakımdan selâmın karşılığını vermenin farziyetinden daha farzdır. Çünkü burada, eğer vazife yapılmazsa, selâmın karşılığını terketmekten gelen eziyetin birkaç misli eziyet vardır. Bilakis âlimler ittifakla, bir zâlimin zulmüyle insanın malı ziyan olduğu zaman, bu olaya şahid olan birinin şahitliğiyle zulme uğrayan adamın malı iade edilecekse, bu takdirde şahitlik yapmasının farziyetine kail olmuşlardır. Eğer şahitliği terkederse, günahkâr olur. Bu bakımdan müdafaa yapanın hakkında zararı gerektirmeyen şeylerin terki de şahitliği terketmek mânâsındadır.
Eğer müslümanın malını ziyan olmaktan korumasında bir zorluk varsa veya malında veyahut dünyevî mertebesinde bir zarar sözkonusu ise, bu takdirde korumak kendisine gerekmez! Çünkü bedeninin hakkı, başkasınınkinden daha üstündür. Mal ve dünyevî mertebede ise, kendisinin hakkı başkasının hakkı gibidir. Bu bakımdan nefsini başkasına feda etmek, kendisine gerekmez. Evet! İsar (başkasının nefsim kendi nefsine tercih etmek) müstehabdır. Müslümanlar için zorluklara katlanmak, Allah'a yaklaştırıcı bir fiildir. Farz olmasına gelince, farz değildir, Bu bakımdan eğer hayvanları tarladan çıkarmakla yoruluyorsa onları çıkarmak kendisine gerekli değildir. Fakat tarla sahibini uyandırmak veya ona haber vermek sûretiyle yorulmuyorsa, uyarmak gerekir. Bu bakımdan tarif ve ikazı ihmal etmesi, tıpkı Kadı'nın şahitliğin tarifini ihmal etmesi gibidir. Böyle yapmasına ruhsat yoktur.

Burada en az veya en çoğun gözetilmesi mümkün değildir ki, şöyle denilsin. Hayvanları tarladan çıkarmakla meşgul olduğu müddet içinde mesela bir dirhem kazanma ihtimalinden mahrum olur. Oysa tarla sahibinin eğer hayvanları çıkarmazsa birçok malı ziyan olacaktır. Mademki böyle elemek mümkün değildir, o halde kendi tarafını tercih etmelidir. Çünkü bin dirhemin sahibi nasıl ki o bin dirhemini korumaya müstehak oluyorsa, bir dirhemin sahibi de o bir dirhemini korumaya müstehaktır. Oysa hayvanları tarladan çıkarmaya çalışan bir kimse o müddet esnasında ziyan olan dirhemini koruyamaz.

Eğer malın ziyan olması, gasp veya başkasının kölesini öldürmek gibi günah bir yoldan olursa, bu takdirde uyarmak farz olur. Her ne kadar burada bir yorgunluk sözkonusu ise de mutlaka gasıb ve katili menetmelidir. Çünkü amaç, ilâhî nizamın hakkıdır. Gaye günahı defedip bertaraf etmektir. İnsanoğlu günahların terkinde nasıl nefsine zorluk vermeye yetkili ise, günahların engellenmesinde de öylece nefsini zorlamalıdır. Bütün günahların terkinde zorluk vardır. Ancak taat ve ibâdetlerin tümü nefse muhalefet etmeye dönüşür. Nefse muhalefet ise, gayet güçtür. Sonra kişiye her zararı göze alma ihtimali gerekmez. Bu husustaki tafsilat (daha önce zikrettiğimiz gibi) uyarıcının korktuğu mahzurlu derecelerden ibarettir. Fakîhler iki mesele hakkında ihtilaf etmiştir. O meseleler de bizim buradaki gayemize pek yakındırlar.

Birincisi acaba kaybolan bir malı bulduğunda almak farz mıdır? Oysa kaybolan mal zayi olmuş maldır. O malı bulup alan da onu zayi olmaktan korumak için çalışıyor demektir. Eğer kaybolan malı, şayet onu bulan kimse, olduğu yerde bırakırsa zayi olmayacak bir yerdeyse veya o malı tanıyan birisi gelip onu götürecekse veya o mal camide, tekkede olursa, olduğu yerde bırakılmalıdır. Buralara giren kimseler belli ve hepsi de emin kimselerdir. Bu takdirde kayıp malı almak, gören kimseye gerekmez. Eğer kaybolan mal zayi olacak bir yerdeyse, bu takdirde düşünmek gerekir. Eğer o kaybolmuş malı alıp korumakta bir zorluk çekiyorsa (kayıp malın yiyeceğe ve ahıra muhtaç bir hayvan olması gibi) bu takdirde bulduğu kaybolmuş malı almak kendisine gerekmez. Çünkü onu almak ancak sahibinin hakkı için farzdır. Malı bulan da insandır. Bunun da başkası için yorulmamak hakkı vardır. Nitekim başkasının da kendisi için yorulmamaya hakkı olduğu gibi,..

Eğer bulunan mal, altın veya elbise veya başka birşey ise ki, alan kimse için onu almakta tarif etmekten başka hiçbir zarar ve yorgunluk yoktur, böyle bir malın şu gelecek iki yorumun ışığı altında tahlil edilmesi uygundur.
Biri şudur: Alınan eşyayı tarif etmekte, şartına riayet ederek onu korumakta zorluk vardır. Bu bakımdan hiçbir müslümana bu zorluk yüklenemez. Ancak o müslüman kendiliğinden teberru eder, sevap elde etmek için ona katlanırsa, o zaman alabilir.
Diğeri de şudur: Bu kadarcık yorgunluk müslümanlarm haklarını gözetmeye nisbet edilirse küçük kalır. Bu bakımdan bu tür yorgunluk, şahidin hüküm meclisinin huzurundaki yorgunluğunun yerine geçer. Çünkü şahid olan bir kimseye başka bir memlekete şahidlik için gitmek farz değildir. Ancak Allah rızası için, kendiliğinden gidebilir. O halde, mahkeme kendisinin yakınında ise, şahidlik için mahkemenin huzuruna çıkması gereklidir.

Bu kadarcık adımlar attığından dolayı yorulması şahidlik müessesesinin ayakta durması ve emanetin yerine getirilmesi hedefine nisbeten yorgunluk sayılmaz. Eğer mahkeme şehrin öbür kenarında ise, mahkemenin huzuruna öğlenin sıcağında ve hararetin şiddetli olduğu zamanda gitmek gerekirse, bu takdirde ictihad ve düşünce alanına girmiş olur. Çünkü başkasının hakkını korumak için çalışana isabet eden zararın asgari bir sınırı vardır ki şüphesiz çalışan ondan perva etmez ve o kadarcık bir fedakarlık yapar. Bir de âzami bir sınırı vardır. Fakat o sıkıntıyı yüklenmeyeceğinde şüphe yoktur. Bu iki sınır arasında bir vasat vardır ki o vasat, iki tarafça da katlanılan bir şeydir. Bu vasat daima şüphe ve düşünce alanına girer. Beşeriyet için kaldırılması mümkün olmayan müzmin şüphelerden biridir. Çünkü yakın olan parçalarının arasını ayıracak bir illet mevcut değildir. Fakat muttaki bir kimse nefsi için burada durur. Kendisini şüpheye düşüreni bırakıp şüphesiz olanı seçer. İşte bu esasın perdesi ancak bu kadarcık kaldırılabilir. (İkinci mesele müellif tarafmdan zikredilmemiştir).