Kâinâtın Gözbebeği Olan İnsanı İsraf Etmek

Bir yaratılış kanunu olarak bütün anne-babalar, evlat sahibi olmak ister. Bu, neslin devâmı için bir zarûret olduğu gibi bir taraftan da âdeta insanın fâniliğe isyanı, bir nevî adının/kanının devam etme arzusudur.
İslâm’a göre ise asıl hedef, “sâlih nesiller yetiştirmek” ve bu sayede çocukların, ebeveynine sadaka-i câriye olmasıdır. Yani anne-babanın, hem hayatları boyunca, hem de vefâtlarından sonra çocuklarının işlemiş olduğu hayırlardan pay almasıdır.

Tabiîdir ki, her evlat, bu hedefe lâyık olarak yetiştirilememektedir. Bu hususa işâret eden âyet-i kerîmelerde de, evlatların hem bir “ziynet” (Kehf, 7) ve hem de “helâk sebebi” (Enfâl, 28) olabileceği beyân buyurmuştur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise bu hakîkati:
“Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra anne-baba, onu Hristiyan, Yahudi, Mecusî ve benzeri yapar.” şeklinde ifade ederek, çocukların yetişmesinde ebeveynin rolünün büyüklüğünü gösterir.

Hepimiz evimizde “tutumlu” olmaya gayret eder, yiyecek ve eşyalarımızın israf olmaması için çalışır, çabalar dururuz. “İsraf olmasın!” diye birikim yapmaya çalışırız. Peki hep beraber düşünelim: Ya “İnsanlarımız israf olmasın!” diye ne kadar çaba sarfediyoruz?!

Her birimiz ayrı ayrı düşünelim; acaba yaşadığımız hayat içinde öncelikle “kendimizi” israf etmekten sakınıyor muyuz? Hakk’ın bize emânet olarak verdiği âzâları, nimetleri, vakti, iş ve imkânları, en önemlisi kalbimizi, rûhumuzu ve amellerimizi ne için ve ne kadar kullanıyoruz?!. Sahib olduğumuz bu ve benzeri emânetleri, Rabbimize teslim ederken alnımız ve kalbimiz ak olacak mı?!. Yoksa onları israf mı ediyoruz? En azından “kıymetli bir dünya metâı kadar olsun”, yerli yerince ve gerektiği gibi kullanıyor muyuz?

Bu muhâsebe sonunda “kendimizi” israf batağından kurtardığımızı düşünüyorsak, “çocuklarımıza” da aynı hassâsiyeti gösterebiliyor muyuz? Onlara da lâyık oldukları değeri veriyor muyuz? Onların duygu, düşünce, zaman ve hayallerinin de israfa kaymamasına emek veriyor muyuz?

Aklıma, yıllar önce okuduğum Filibeli Ahmed Hilmi’nin “A’mâk-ı Hayâl” adlı eserindeki bir bölüm geldi. Mâlum olduğu üzere, bu kitapta “Aynalı Baba” adındaki meczûb, Râci isimli romanın kahramanına, tasavvufî nüktelerle bazı izahı zor gerçekleri anlatmaya çalışır. Bir hikâyesi de şöyledir:

“Râci, bir gün Aynalı Baba’yı ziyârete gelir. Aynalı Baba, çok neşelidir. Üzerinde taktığı aynalara, yenilerini de eklemiş; elbisesindeki aynalar gibi yüzündeki tebessüm de artmıştır. Râci, Aynalı Baba’ya merakla sorar:

“-Sizi bugün bu kadar sevindiren nedir?”

Aynalı Baba:

“-Niye olsun, bugün kedimiz, yavrularını dünyaya getirdi!..” der.
Râci, bu tuhaf cevaba şaşırır. Şimdiye kadar bir kedi doğum yaptı diye bu denli sevinen bir başka insan görmemiştir. Aynalı Baba devam eder:

“-Bak oğul, insanlar da çocukları doğunca çok sevinir. Eve, kendilerinin neslinden birisi daha eklendiği için ne yapacaklarını bilemezler. Ona hediyeler alırlar, altınlar takarlar. Âdeta evde bir bayram sevinci yaşanır. Hâlbuki o doğan çocuğun, ileride said (iyi) mi, şakî (kötü ve âsi) mi olacağı belli değildir!.. O çocuk, başlarına bir Nemrud mu kesilecek, yoksa kendilerini koruyup gözetecek mi, kimse bilmez!.. Böyle olduğu hâlde, insanlar bir meçhûle bu kadar sevinirlerken beni niye tenkid ediyorsun?!.. Onların yaptığını garib bulmuyorsun da, bana tuhaf tuhaf bakıyorsun. Bu kedi, kendi başına zavallı bir varlıktır. Onun insanlara ve kendine bir zararı da dokunmaz. Masum olarak büyür ve öyle ölür!..”


Evet, işte hepimiz, gerçekten, bir meçhûle bu kadar seviniyor, ümit besliyoruz.

Şüphesiz herkes yavrusunun selâmete ermesini ve iyi bir insan olmasını ister; onun sıkıntı ve musîbetlere yuvarlanmasına, kendisine ve başkalarına zarar vermesine ve en kötüsü, ebedî azabın dikenli yollarına düşmesine râzı olmaz!..

Öyle ama, acaba herkes bunun için üzerine düşen vazife ve sorumluluklara riâyet ediyor mu?

Allâh Teâlâ, insanları, “gücü yetmediğinden sorumlu tutmayacağını” beyân eder. Ama bu, “gücü yettiğinden de sorumlu” olmayı gerektirir.
Bize, İslâm fıtratıyla yaratılmış, günahsız, cennet kokularıyla bezenmiş olarak armağan ettiği yavrularımızı; bizden yine “râzı olacağı” bir biçimde geri ister.

Her gün evime giderken bir kız lisesinin önünden geçiyorum. Akşam okuldan çıkış saatlerinde okuldan ayrılan kızlar, bütün kaldırımı kaplıyorlar. Avazı çıktığı kadar bağıra bağıra şarkı söyleyerek yolda gidiyorlar. Birisi yanlarından geçmek istese, yol vermek akıllarına bile gelmiyor. Onların okullarının biraz ilerisinde bir Ticaret lisesi var. Onlar da aşağı-yukarı aynı saatlerde dağılıyor. Oraya varınca kız ve erkek grupları birbirine karışıyor. Yola birlikte devam ediliyor. O gruplar içinde erkekler, kızlara sigara sunuyor, onlar da alıyorlar ve hep beraber sarmaş dolaş yola devam ediyorlar.

En acısı da, duyanı yerin dibine sokacak argo konuşmaları… Eskiden eğitimsiz kaba erkekler bile böyle küfürlü konuşmazlardı. Şimdi okullu, tahsilli, kız-erkek ayrımı olmaksızın herkes, çevresindekilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan yüksek sesle ağızlarına geldiği gibi konuşuyorlar. İçim kanıyor. Gençliğimize acıyorum. Ebeveynler, çocuklarını bunları öğrensin diye mi okula gönderiyor diye düşünmeden edemiyorum!.. Bu sözleri, bu konuşmaları onlar hiç duymuyorlar mı, uyarmıyorlar mı, yoksa artık onlar da aynı ifadeleri mi telaffuz ediyorlar?!.

Hiç merak etmiyorlar mı, kızım-oğlum okuldan sonra neler yapıyor? Bazen çocuklarını izlemek, kimlerle görüştüğünü, kimlerle oturup kalktığını öğrenmek düşüncesi geçmiyor mu içlerinden?!.. Yoksa televizyon ve dizi izlemek, komşularla oturup dedikodu yapmak, günlük beyhûde uğraşlarla vakit öldürmek; çocuklarından daha mı önemli geliyor?!.

Çağın acımasız tuzaklarına düşmeden onlar için ne gibi tedbirler alınıyor? Uyuşturucu kullanımı, ilkokullara kadar düşüyor da anne-babalar, nelerle vakit geçiriyor? Bu çocuklar neden narkotiğe yöneliyor acaba? Sahte cennetlerde ne arıyorlar? Evde bulamadıkları saâdet ve huzuru mu? Tabii ki, sevgi ihtiyacı, ruhtaki boşluk ve Allâh sevgi ve korkusundan mahrûmiyet, bir şekilde dolacak!.. Çünkü tabiatta boşluğa yer yok. Doğru ve güzelin boş bıraktığı bir alan; er-geç, ama muhakkak sahteleriyle dolacak!..

Hâlbuki o tâze dimağlar, doğru bir İslâmî terbiye almış olsa, yanlış ortamlarda bulunmasa, kaçınılmaz bir son olan âhireti unutturmayan eğitimler alsa, bu hâllere düşer miydi gençliğimiz?!..

Geçen yaz, Kur’ân Kursu’na gelen talebelerimiz içinde farklı bir sınıfımız vardı. Lise sınıfı… Hepsinin başları açık!.. Kur’ân Kursu’na geldikleri hâlde, derslere şortla veya mini kıyâfetlerle girebilecek kadar yanlış bir eğitim ve şartlanmadan geçmişlerdi. Onlara biraz Peygamber Efendimizin sevgisinden bahsettikten sonra:

“-Haydi hep birlikte salavât-ı şerîfe getirelim!” dedim ve ben başladım. Ama kimse benim arkamdan tekrar etmiyordu.

“-Niye bana eşlik etmiyorsunuz?” diye sordum. Rahatlıkla:
“-Bilmiyoruz ki!..” dediler.

İşte o ân, başımdan kaynar sular döküldü. Bu gelen kızlarımızın çoğunun âilesi, örtülü, namaz kılan insanlardı. Acaba bu anne-babalar; yalnız kendilerini düşündüklerinden mi, evlatlarının bu kadar geç bir zamanda Kur’ân-ı Kerîm’le tanışmasını istediler? Bir ihmâl mi? «Acaba ne derler?!» endişesi mi? Yoksa gerçekten saâdet ve kurtuluş yolunun buradan geçtiği noktasındaki tereddütleri mi?

Elim titreyerek tahtaya salavât-ı şerîfeyi yazdım. Dersten çıkınca öğretmen odasında, olup bitenleri anlattım. Meğer arkadaşlarım da benzer şeyler yaşamışlar. El-birlik ettik ve hep birlikte gayret gösterdik, bir ay içerisinde çok şey değişmişti. Biz:

“-Örtünün!” demeden, onlar kendileri örtünmenin ehemmiyetini anlamışlardı. Artık abdestsiz derse girmiyorlardı. Peygamber Efendimizi -sallallâhu aleyhi ve sellem- dinlerken, gözyaşı döküyorlardı ve heyecanla salavât-ı şerîfe getiriyorlardı. Biz de çok mutlu olduk. Ayrılmaya yakın:
“-Okulunuzu bitirince bir yıllığına gelirsiniz, daha iyi öğrenirsiniz!” dedik. Ama bir çoğu:

“-Hayır, âilemiz istemez!.. Dershâneye gideceğim, şunları şunları yapacağım!” diye karşılık verdi.

Okulunu bitirip de kursta kalmak isteyenlerin pek çoğuna ise âilesi izin vermedi. Onları kursumuzdan gözü yaşlı olarak uğurladık. Onlar kalbi yaralı kuşlar gibi istemeye istemeye uçup gittiler avucumuzdan...

Ortaokulu bitirince gelen talebelerin bir bölümü ise, tahsil hayatı başarılı olmayan cinsten!.. Madem okula devam edemeyecek durumda, en azından kursa gitsin, diye gönderilmişler.

Neden bu hatayı yapıyoruz?!. Yaşanılanlardan niye ibret almıyoruz?! Güzel dinimiz herkes için ihtiyaç değil mi? Çocuklarımızı zekâ, çalışkanlık ve boş vakitlerine göre niye tasnif ediyoruz!..

İçkiye, uyuşturucuya, ahlâksızlığın acımasız girdaplarına sürüklenen bizim gençlerimiz değil mi? Bu hatalara düşmelerinde tek suçlu onlar mı; yoksa asıl suçlu, o tertemiz gençlerin göz göre göre oraya sürüklenişine göz yumup sonra da yok olup gidişlerini umursamaz bir şekilde seyredenler mi?

Evet, ebeveynler olarak evlâdımızı seviyoruz. Onların “yarınlar”ını düşünüyoruz. Gözümüzü sakındığımız gibi onları da kötülük ve sıkıntılara karşı korumaya, kollamaya çalışıyoruz. Bazen yemiyor yediriyor, giymiyor giydiriyoruz. Evet, hepsi doğru!.. Ama asıl sakınmamız gereken şey, hepimizi bekleyen “kaçınılmaz son” değil mi?!. Ölüm ve sonrası, âhiret ve hesap günü değil mi?!.. Gençlerimizi, asıl bu “istikbal” için ne kadar hazırlayabiliyoruz?!

Eğer onları ihmâl edersek, onların mânevî gelişimini ve ahlâkî terbiyesini erteleyip durursak, korkarız ki, geçip giden zaman sonrasında en çok pişmanlık duyacaklar da yine bizler olacağız!..

İsraftan kaçınalım. Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi “İsraf edenler, şeytanın arkadaşlarıdır.” (İsrâ, 27) En büyük israf ise, dünyanın en kıymetli ve şerefli varlığı olan “insan”ın israfıdır.

Çöpe attığımız bir lokma ekmek, vicdanımızı ne kadar rahatsız ediyorsa, onun kat kat fazlasını heder olup giden gençlerimiz için de hissetmeliyiz!..
Vatanımıza, İslâm âlemine ve bütün dünyaya faydalı evlatlar yetiştirmeye gayret edelim. Unutmayalım; gayret bizden, tevfik (başarı) ve nusret (yardım) Allâh’tandır.

(Halime Demireşik)


Konular