Cinsel içerikli yayınlar gençlerin psikolojisini bozuyor

Cinsel içerikli yayınlar, özellikle buluğ çağındaki gençleri olumsuz etkiliyor. Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre bu tür yayınlar, gençlerin cinsel hayatlarının sağlıksız ve çarpık olarak başlamasına neden oluyor. Türkiye'de de bu yayınların etkisi açıkça görülüyor. Söz konusu yayınlarla ilgili yaptırımların yetersiz kalması ise ebeveynleri endişelendiriyor.

Medyayı kuşatan kalitesiz magazin programları, cinsel içerikli müzik klipleri ve filmler. Bunların çoçukların gelişimi üzerindeki etkisi yıllardır tartışılagelir. Ancak bu tip programların çoçukların ve gençlerin üzerindeki etkisi artık kanıtlandı. Hem de medya dünyasının başkenti Amerika'nin Caroline Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmayla.

12-14 yaş grubu gençler arasında yapılan araştırmada, cinsel içerikli yayınları izleyen gençlerin izlemeyenlere oranla 2 kat daha fazla cinsel faaliyet içine girmeyi istedikleri ortaya çıktı. Özetle; "Gençler ne kadar çok cinsel içerikli unsura maruz kalırsa, cinsel yaşamları da o kadar erken ve sağlıksız başlıyor".

Türkiye'de ise rakamlar değilse de görüntüler herşeyi anlatıyor. Sahte kahraman olmak için çıkılan medya maceraları hep de istenildiği gibi bitmiyor. Fuhuş operasyonlarında ismi geçenler ve hayatlarını bu uğurda sonlandıranlar, çok sık karşılaşılan kayıp hayat öyküleri olarak yer alıyor medyada.

Ya anne ve babalar. onlar da çoçuklarıyla gönül rahatlığıyla televizyon izleyememekten ve denetimlerin yetersiz kalmasından şikayetçi.

Araştırma sonuçları gösteriyor ki her fırsatta genç nüfusuyla öğünen Türkiye'nin bu kuşağın gelişiminde çok daha dikkatli olması gerekiyor.

"Cinsel içerikli yayınlara gençlerin ulaşması şimdilerde her zaman olduğundan daha kolay. İlgililerin bu konudaki ilgisizliği devam ettikçe galiba iş yine bilinçli anne ve babalara düşüyor."


2 yorum

T E L E V İ Z Y O N Â F Â T M I ?

Ey çocuk ve yeğen sahibi babalar, analar ve kardeşler, televizyonun kar-şısına beraber oturduğunuz çocuğunuzun ma’neviyatını nereye götürüyorsu-nuz? Farkında dahi olmadan Cehennemte götürüyorsunuz. Sen kendi altmış se-nelik ömrünü katledip, Cennete gitmemesine sebep olabilirsin. Fakat bu arada çocuğunuzun masum kalbini ve ruhunu öldürüyorsunuz ve Cehenneme gitme-sine sebep oluyorsunuz. Şunu söyleyebilir misiniz? “Yok ağabey, benim çocu-ğum televizyon karşısında kemâlatlı, güzel ahlaklı, haya ve edeb âbidesi oluyor. Şimdi bir görsen, geçen sene köydeydi, hiçbir şeyden anlamazdı. Ne haya, ne edeb bilirdi. Televizyonun karşısına getirdim, öyle bir İslâm genci oldu ki, var mı böyle bir genç?” Söyleyin Allahaşkına televizyon edepli mi yapıyor, edepsiz mi yapıyor? Allâme İbni Âbidin, “Nisânın yüzüne bakmak insanı harama götürür.” diyor. Bediüzzaman bu hususda: “Hususan sûretperestlik ahlakı fena halde sarstı. Sûretperestlik ruhun çökmesine, alçalmasına, bozulmasına sebebiyet verdiği, şununla anlaşıldı. Nasıl ki merhûme ve rahmete muhtaç bir kadının, sû-retlerine nazar-ı şehvetle bakmak veya ölmüş veya sağ kadınların filimlerine yâni onun küçük cenazeleri hükmünde olan resimlerine heveskârâne bakmak derin-den derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” diyor. Şimdi cemi-yette nasıl yaşanıyor? İşte cemiyetin bu dejenere hale gelmesinin sebeblerinden biri başta tevizyondur. Deccâl kapımıza gelip de, zilimizi tek tek çalıp demedi ki; “Arkadaş televizyon işte budur. Şöyle iyidir.” diye ideolojisini sana anlatmadı ki. Evet eskiden dine hem de hukukla, mahkemeyle hücum vardı. Allah, Peygamber diyeni, ezan okuyanı, “tanrı uludur” demeyeni, mahkeme hapseder, işkence e-der, döverdi. Fakat bu adamlar da’va adamı olurdu. Baktılar ki, bu çâre değil, deccâliyet “Bu çâre değil” dedi.
Bu sefer “Aldatma ile iş yapalım” diye karar verdiler. “Nasıl yapacağız, saf Müslümanları safımıza ne ile çekeceğiz” diye düşündüler. Bunu nasıl yaptılar? Yavaş, yavaş, nefisleri ve şehvetleri tahrik etmek sûretiyle, tâ senin evinin içine kadar girdiler. Şu anda burada sizler derstesiniz, fakat şimdi senin evinde tele-vizyon programları çalışıyor. Acaba hangi kişilerin ve ideolojilerin programına almıştır ve hangi terbiye metoduna göre propaganda yapmaktadır? Şu anda ço-luk ve çocuğunu kim eğitiyor, haberin var mı? Söyleyeyim, ya Avrupa kâfirleri yahut Asya’nın yerli münafıkları eğitiyor.
Bir sohbet esnasında orta yaşlarda bir saf kardeşimiz bana i’tiraz edip de-di ki: “Ben sağ kanallar için televizyonu aldım” Ben cevâben “Bak” dedim “Al-lah için söyleyeceksin, Allah şahittir, doğru söyleyeceksin. Sen sağ kanallar için almıştın televizyonu ve şu anda da derstesin. Kaç tane çocuğun var?” dedim “Bir kızım, bir oğlum var” dedi. Sen televizyonu sağ kanal niyetine aldın ama, şu anda senin evindeki çoluk çocuğunun o kanala baktığına, ilgilendiğine bir kanaatın var mı?” deyince “Yok, yok” dedi “Çünki gece kızımı geç saatlerde başka kanalı seyrederken yakaladım” dedi “O kanala ben bile bakamıyorum” dedi.
Şimdi size bir şey söyliyeyim, ama aramızda kalsın, sağdan gözüken ka-nalların diğer kanallara nisbeten daha tehlikeli ve şerli olduğunu size isbat ede-ceğim. Tedirgin olmayın, şaşırmayın. Filimler ve programlar bakımından şer de-miyorum. İzah edeyim: Meselâ menfi bir kanal bizim olmadığından, gayr-i İslâmi olduğundan dolayı o kanala şöyle bakarız: “Hâin oğlu hâinler, zâlimler, İslâm düşmanları” diye hiddetle bakıyoruz ki, bu bakmakla ancak günahkâr olursun, fakat imanın kurtulur. Diğer tarafta bir cemaata mensub olan birinin “Bu bizim kanaldır” dediği kanalda da şarkı, kadın çıkmıyor mu? “Velâ terkenû illellezine zalemû fetemessekümünnâr” Burada, değil küfre taraftar olanı, hafif meyledeni dahi Allah, Cehennem ile tehdit etmiyor mu? Bakın program konusunda daha şer demedim. Burada nokta-i nazarınız farklıdır, çünkü ona muhabbet nazarı ile, tarafgirlikle bakıyorsunuz, muhabbet gözü ise rızâ nazarıyla bakar, kusur gör-mez. Bakın program olarak demediğimi bir daha söylüyorum, oraya bakış nok-tanızın yanlışlığını söylüyorum. Bir fâsık kanala bakmakla i’tikatınız kurtulur fa-kat, günahlar devreye girer de “Bizim kanal” diye rıza gözüyle bakarsanız, o za-man vaziyet çok dehşetli olur. Çünkü artık o kanal dolayısıyla günah değil, i’tikatın tehlikeye giriyor. Çünki küfre götüren günaha rızâ ile, helâl nazarı ile bakıyorsun.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekiyorum. Sizleri cezbederek aldatan programlar, elbette biraz farklı olacak. Diğer kanallar gibi tam üryan olmayacak. Affedersiniz amma, Karadenizdeki balıklar gibi câhil bir hayvan değiliz ki, mes’uliyetten kurtulalım. Balıkçılar oltayı çıplak olarak denize atsa ona balık ge-lir mi? O zaman ne yapacaksın? Oltaya ya hamsi, ya hamur, ya solucan gibi bir şey takacaksın. Ondan sonra hafifçe oltayı çeker, yemi kıpırtatırsın, balık zanne-der ki bu yem canlıdır. Bir anda yutar, tâ midesine kadar gider. Biz balığı çekti-ğimiz zaman midesinden yakalanmıştır. Şimdi bakın kardeşlerim, biz balığı bile avlarken kancayı kamufle ediyoruz, değil mi?
Televizyondaki menfi programlar arasında birkaç tane kamufle program neden olmasın ki? Karşımızdaki Asya münafıkları, kurt gibi ehl-i dünyadır. Senin gibi safları kandırmak için oltaya yem koymayacaklar mı sanıyorsun? Bizleri kandırmak için bazan birkaç masum film gösterecek. Veya belgesel dedikleri deniz dibindeki balıkları, fezadaki yıldızları, nebatları, hayvanları gösterecek.
Birisi de “Televizyon tabiatı, hayvanları, balıkları gösteriyor” dedi. Dedim “Kardeşim sen çevrilen manevrayı, numarayı, ma’nayı anlamazsan, Karadeniz balıklarından daha aşağı olursun!” Başka biri şöyle bir şey söyledi. “Televiz-yonda gösterilen hayaldir, resim değildir, ne günahı olacak?” Ne ehemmiyeti var, bütün vaktinizi buna hasredip mes'ele yapıyorsunuz. Aynadan görmek gibi-dir. Televizyon hayaldir.“ dedi. Ben de dedim “Kardeşim madem hayaldir, e-hemmiyeti yoktur. Karının veya kızının resmini çeksem, televizyonda millete göstersem, hoşuna gider mi, gitmez mi? Hayaldir, yâni ne olacak?” Baktım yüzü kıpkırmızı oldu. “Peki bunlar hayal oluyor da, senin yakınına bakılınca, neye yü-zün böyle kızarıyor?” O da, o zaman demişdi: “Denizin dibindeki balıkları göste-riyor.” “Tabii öyle şeyleri kancalarına takacaklar, gösterecekler ki, senin gibi a-damları avlasınlar.”
Üstadın bahsettiği gibi “Binler maddî ve ma’nevî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan bir tek haseneyi” görüyorsun, ne o, denizin dibindeki balıkları gösteri-yor. Bu bir tek hasene, ne ifâde eder ki? Bu tahrip dünyası, âlem-i İslâmın iflahı-nı kesmiş. Peki mâdem televizyon faydalı bilgi ve kültür veriyor, bizim gençler kulaklarında küpeler, zincirler, dimdik saçlar, dar Amerikan pantolonlarını nere-den öğrendiler? Ben kızları bu konuşmamda nazara ve bahse almıyorum. Çok maalesef onların işlerini bitirmişler. Bütün bu gençler nereyi taklid ediyor? Bun-lar İslâmi bir kıyafet mi? Güzel an’ane ve âdetler mi bunlar? Ve bunların hocası kimdir?
Şimdi çok masum bir misal vereceğim, bizim mahallede Şahin isminde küçük bir çocuk var. Birgün bana ne sorsa? “Amca, hiymen mi büyük, hâşâ Al-lah mı büyük?” Anlamadım, dedim “Nedir o hiymen dediğin?” Çocuk bizim, “Televizyonu seyretme” dediğimizi bildiği için, yalnız çizgi film seyrediyordu. Gûya ma’sûmane çizgi film. Dedi “Hiymen bir kılıç sallıyor ki, dağlar yarılıyor, ateşler çakıyor, ağaçlar hemen büyüyor, çiçekler hemen açıyor, gök paçalanıyor. Acaba bu mu daha büyük?” diye çocuk soruyor. Şimdi bakın ne yapıyormuş bu çizgi filimler?
Üstad Emirdağ 41. Sayfada “Çocukların akılları anlamasa da, ruhları his-seder.” diyor. Çocuklara şöyle telkin ediyorlar: “Ey çocuklar, Allah var ya, O göktedir.” Maalesef bazı gafil anneler de öyle diyor. “Yavrum yukarıda Allah var. Aman şunu yapma.” İşte, Allah mefhumu aynen hiymen hikâyesi gibidir. Çocuk-ları aşılıyorlar. Başka bir gün yine bizim Şahin geldi. “Bu seneki Allahı nereye gömdüler? Geçen senekini güneşe gömdülerdi, bu sene nerede olabilir?” diye bana soruyor! Allah Allah. “Ey baba, kim öğretti bunu?” “Vallahi ben öğretme-dim” “Ya kim öğretti!” Çizgi film işte bu, televizyon işte bu. Memnun olsan da sana bu asla helal olmaz. Vicdanın yine tatmin oluyorsa, başka bir gün yine ko-nuşalım. Şahinin şu suallerine bakın, durumu anlayın: “Hocam biz maymundan mı geldik?” Başka bir zaman da: “Hocam Allah kaç yaşında?” “Hâşâ” dedim “Çocuğum Allahın yaşı olmaz! “Sen kaç yaşındasın?” dedi “Beş yaşındayım” Sen dünyaya oturmuşsun, güneşin etrafında beş defa dönmüşsün demektir. Ama dünya dışında olanın yaşı olur mu?” dedim Çünkü o dönmüyor, sen bir döndün bir yaş, beş döndün beş yaş aldın. Küçük Şahin bile “Olmaz” dedi.
Bakın ey babalar! benim şu anda canım çıkıyor, terden su oluyorum. Ko-nuşmamla televizyonun küçük ruhlardaki tahribatını izâleye çalışıyorum. İşte çocuğunuz böyle yetişiyor, sonra imansız ve insafsız büyüyüp sandalyeyi kafa-nıza geçirdiği zaman “Neden böyle oldu?” diye şaşırmayın. Çünki, televizyonda yetişen çocuk böyle olur.
Televizyonda bir tek haseneyi görüp taraftar çıkanlarla ekalli kalil yâni çok az olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, böyle yetiştirdikleri safdil taraftarlarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idâmesine ve belki teşdidine, kader-i İlâhiyeye fetva verdirirler, “Biz buna müstehakız” derler” diyor bizim Üstadımız. Sözler’de de şöyle geçiyor: “Sual: bazı şahısların hatasından gelen bu musibet memlekette umûmi şekle girmesi-nin sebebi nedir? Bu belâ nasıl başımıza geldi?” diye devam ediyor. Elcevab: “Umûmi musibet ekseriyetin hatasından ileri gelmesi ciheti ile ekser nâsın o zâ-lim eşhâsın hareketine bilfiil veya iktidâen taraftar olması ile ma’nen iştirak eder ve musibet-i âmmeye sebebiyet verir.” Burasını biraz izah edeyim. A’vam-ı nâs ne yapıyor? Ehl-i tuğyan ve dalaletin fiiliyatına, ya fiilen veya iktidâen taraftar çıkıyor. Şöyle oluyor: Hakikatte fikren karşı olmakla beraber, yine fiilen televiz-yonu evine koymak sûretiyle taraftar olmaktır. Gûya karşı çıkıyor amma, iltihaken de amelen taraftar oluyor. Bu sûretle az bir kısım dalâlet ehli, safdil Müslümanların çoğunluğunu kendi tarafına çekerek, musibet-i âmmenin deva-mına sebeb oluyorlar. Sanki bunlar Allah’a yalvarıyorlar ve “Yarab, bu deccâliyet belâsını başımızda devam ettir!“ diyorlar. Hafazanallah!
Meselâ bir duâ yapmak istersek, hangi duâ makbul olur? Bir kavli duâ, bir de fiili duâ var. Gücün yettiği kadar fiili duâ yaparız. “Yarab şimdi gücüm var ama sen niyetime bak, yatsı namazımı kılmış kabul et!” desem, kılmasam olur mu Allahaşkına? Bir niyet ile yatsı namazı kılınmış olmaz! Emr-i İlâhi icabı bu namazı fiilen kılmam gerekiyor. Meselâ çitçinin saban sürmesi, esnafın dükkân açması fiili bir duâdır. Evinde bir teneke buğday olsa, “Yarab şu tenekede duran buğdaylarımı çoğalt” desen duâ kabul olur mu? Üstelik ahmaklığın için cezaya müstehak olursun. Çünkü Hakîm isminin muktezasına zıt hareket ediyorsun.
Şimdi şu zamanda İslâm cemaatı içinde iki türlü duâ yapılıyor. Bir kısmı “Yarabbi ağlayan âlem-i İslâmı güldür, ittihad-ı İslâmı bizlere de göster, imanımı-zı muhafaza eyle, ihlâs ile yaşat, iman ile öldür!” diye yalvarıyor. Öbür kısmı ise: “Kızım acele şu düğmeye bas, bakalım televizyon ne diyor?” Bir kısım olan biz-ler “Vensurna alel kavmil kâfirin” yâni, “Yarabbi Müslümanları kâfirlerin üzerine gâlip kıl” diye duâ ediyoruz. Öbürleri “Oğlum bak şuna ne diyor, kanal kanal bak!” Allah hangi duâyı kabul etsin? Allah, ittihad-ı İslâm olmazsa âlem-i İslâmı nasıl güldürsün? İlk evvel sen şeriatı evine getireceksin, ondan sonra topluma getirmeğe çalışacaksın ki, gülelim. Kanal dalgaları ile vakit geçirip, daha şeriatı evine getiremiyen adamlar, “Bu memlekete şeriatı getireceğim” diyorsa, bizleri hayalin peşinde koşturuyorlar.
Televizyonu açtığın zaman, çocuğun, eşin, gelinin kimin hazırladığı bilin-meyen hangi neşriyata muhatap oluyor? Kimin eğitimine muhatap oluyor? Böy-le gidilirse nasıl bir şeriat gelecek? Şeriat sanki öbür mahallede de, bizim bu mahalleye mi gelecek? Bu müvazenesiz hareketlerimizle çok hafiflik yapıyoruz. Lafa geldi mi üstümüze yok, sokak fetvacısı gibiyiz. Evet elması elmas bildiği halde (âhiret ve iman gibi) şişeye, cama tercih etmek (yâni dünya ve mal gibi) ruhsat-ı şer’iye var. Fakat küçük bir ihtiyaçla, heves ile, tama’ veya korku ile ter-cih edilse, eblehane bir cehâlet ve hasârettir. Kendini tiryaki ettin, alıştırdınsa ona ruhsat yoktur. Ancak ruhsat şu hallerde var: Bir organın kesilecek veya ha-yatın tehlikede, sana tabanca çektiler “Televizyonu, istemesen de seyredecek-sin, yoksa beynini akıtacağız.” O zaman seyretsen ruhsattır, sana haram olmaz. Ama seyretmesen, azimettir, ölürsen şehid olursun. Mesela dağ başındasın, sa-vaştasın, açsın, ölmeyecek kadar murdar etten yemeye müsaade var, domuz etini veya ölmüş hayvan etini ölmeyecek kadar yesen ruhsat var. Canlı bir misal: Bediüzzaman Hazretlerinin Nikola Nikolaviçin önünde ayağa kalkmasına ruhsat vardı, kalkmaması azimetti. Fakat o kalkmamışdı.
Şimdi sen o mereti seyretmesen, eve sokmasan senin bir organın kesili-yor mu, seni öldürecekler mi? Beynine kurşun sıkılacaksa, o vakit de yalnız şahsın için ruhsat var. Fakat yine de sen çoluk çocuğunun cinayetine sebeb o-lamazsın, ruhlarını öldüremezsin. O zaman “Vela terkenû illellezine zalemû” âye-tine mâsadak olmamak için, kendin bakabileceğin hususi odana koyacaksın, orada da neşriyata belirli bir kayıt getireceksin. Seyredeceğin zaman evdeki halı-lar zehirlenmesin diye divanın altına girip seyredeceksin. Evet en azından kendi odanda seyredeceksin, kimse görmeyecek.
Televizyonu teşhir etmekle cemaata belâ oluyorsun. Birini ikaz ettin mi: “Sizin falan nurcunun evinde de var, filan hocada da var” diyorlar. “Es sebebi kel fâil” sırrınca bu sûretle böylelerin günahları fazlalaşıyor. Benim bir cinayetim varken, bunlar başkalarının katledilmelerine sebebiyet veriyorlar.
“Cennet ucuz değil” Firavun gibi yaşa, Hz. Ebubekir (R.A.) gibi Cennet is-te! Oraya girmek o kadar kolay bir şey mi? Sen sefahetle yaşa. Bediüzzaman o kadar işkence, eza çeksin. Farkında mısın, âkıbetini kendin tayin ediyorsun! Âhirette saadet-i ebediyeyi kazanmak için ne âli hayatlar cefalar çekmiş, bu u-ğurda başlar fedâ edilmiş. Sen nefsinle hiç mücadele etmiyorsun, gayr-ı meşrû isteklerini durduramıyorsun. Yahu, İslami hayatı yaşamak uğrunda hayatlar, sal-tanatlar, memleketler verilmiş. Bir misal: Rum ve Ermenilerle savaş yapılırken muhterem bir anamız mermi taşıyormuş cepheye, altı aylık çocuğu varmış kuca-ğında, o tepede iken, düşman askerleri alttan geçiyorlarmış, kitapta aynen böyle yazıyor, çocuk ağlamaya başlayınca, duyulacak ve o mermiyi yerine ulaştıramıyacak, İslâm cephesi düşecek diye ses çıkmaması için anası çocuğun ağzını sıkıca kapatıyor, çocuk boğuluyor, ölüyor. Anası çocuğu yolun kenarına bırakıp, mermiyi yerine yetiştiriyor.
Ey muhterem Osmanlı annesi, ne oldu sizlere? Ey bacılar, analar bu halle-re nasıl düştünüz? Kim getirdi sizi bu hale?
Bir şâir kardeşimiz sizin için bakın neler söylemiş yazmış, onbeş beytin-den iki beytini şimdi söylüyorum:
“Bacım, sen miydin Fatih’lerin, Yavuz’ların torunu?
Ne oldu sana ki, oldun Müslümanın birinci sorunu,
Bizi yakmak için, alevlendirdin gâvurun korunu.
Senin bu hâlin başka değil, ancak onların oyunu.
Halbuki sen değil miydin bizim namusumuz?
Senin şerefine akmıyor muydu bizim kanımız?
Namus uğruna gitmiyor muydu bizim canımız?
Şu hâlinle sana bacımız demeye yok mecalimiz.”
Televizyon sizi ne kadar bozmuş? Bir kimse yalnız kendine karşı yapılan cinayeti affedebilir. Kendi hakkından vaz geçebilir. Yoksa başkalarının hukuku-nu çiğneyen cânilere muhabbetle dahi bakmağa hakkı yoktur. O zaman zulme şerik olur.
Bir ailenin saadeti, karı koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile, sami-mi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Yâni aile hayatı, karşılıklı muhabbet ile devam eder. Tesettürsüzlük, açık saçıklık o emniyeti bozar. O mütekabil hür-met ve muhabbeti de kırar. Vicdanı olan bir adam, tesettürü olmayan karısının ve kızının koluna girmiş, pazara çıkmış. “Benim aileme bir başkası kötü nazarla ba-karsa, ne olur benim durumum?” demez mi? Evde kocasının yanında paspal pijamayla dolaşan kadın, bir dakikalık sokağa çıkmağa bedel, 15 dakika ayna başında kalıyor. Sorulsa ona: “Sokakta kime bu tavrı yapıyorsun? Kimin için aynanın karşısında süsleniyorsun?” Bu kadını seyreden kocanın vicdanında bir kıpırtı olmuyor mu? Yâni hoşgörü ile mi karşılıyor? Benim yanımda pijama ile dolaşıyor, sokağa çıkarken şunun haline bakın, demez mi? Bunun altındaki ma'nâ şudur: Şekil, göze, koku buruna, ses kulağa hitap eder. Kadının kokusu, şekli, sesi nereye hitap ediyor? “Ey göz sahipleri bana bakmaz mısınız? Bana bakın, bana bakın!” Süslü kadın “İlle de bana bakın” diye lisan-ı hal ile feryad ediyor. İşte ehl-i dalâlet kadınları yuvalarından çıkarmış, bu hale getirmiş, mah-vetmiş. Kıyamet kadınların yüzsüz yüzünden mütevellid kopacak. Fitne, kadınla-rın bu hâsiyetsizliklerinden çıkacak.
Kadınları daha ne hallere getiriyorlar? Kadınlar erkeklere nisbeten zayıftır, nârindir, yürümeleri de çok zordur, çok yürüyen o kadar dağ bahçe gezen ada-mın ayakkabısının altı geniştir. Kadınların yürümesi zayıf oldukları halde, onlara kalem gibi ince topuklar yaparlar. Kadın ince topuk üzerinde yürüdüğünde, ehl-i dalalet öyle çirkin bir tuzak kurmuşlar ki, arkadan gelen erkeğin şehvetini tahrik etsin diye bu tuzağı düşünmüşler. Kadın da ahmaktır, zaten zor yürüyor, zayıftır, naziktir, bir de kalemin üzerinde yürüyor. Bunda ne maslahat var? Halbuki ha-diste var “Çarşaflı kadınlar yürürken ayaklarını yere vurup ses çıkartmasınlar” diyor. Ey vicdanlı Müslüman, karın böyle dolaşıyorsa, kalem gibi topuklu ayak-kabısı ile geziyorsa, sen nasıl buna razı oluyorsun?
Açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak birisi bulunur ki, kocasın-dan daha güzelini görmeden kendini ecnebiye sevdirmeğe çalışmaz, on kadın-dan biri bulunur ki kocasından daha iyisini görmez. Televizyonda en yakışıklı siz misiniz? Sizden yakışıklısı yok mu? On kadından dokuz tanesi, kocasından daha iyisini gördüğünden “Şu benim kocam olsaydı, ne güzel olurdu” der. Karından daha güzel kadını televizyonda seyrettiğin zaman senin aklından geçmiyor mu? Kadın da şehvet taşıyor ve senin gibi o da, erkek gördüğü zaman aynısını düşü-nüyor. Sen kadını seyrederken, yanındaki kadın da erkeğe baktığı zaman, hiçbir değişiklik olmaz mı?
Ey erkeklerden bu durumda olanlar. Sizlerde hiç kıskanmak yok mu? Hay-vanlar içinde eşini kıskanmayan tek hayvan domuzdur. Horozlar bile tavuk için birbirlerinin kafalarını paramparça ederler. Ya sen horoz kadar mı olamadın? Televizyon önünde bacım, anam, kızım hepsi birlikte seyrediyor. Benim gibi biri-si demiyecek mi, “Kardeşim bu illeti ya atacaksın, ya salona koymayacaksın, reklam etmeyeceksin. Hususi bir kayıt altına alacaksın." Demek kadın kocasın-dan daha yakışıklısını televizyonda görebilir. Yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha iyisini görmüyor. Demek yirmi adamdan ondokuzu karısından daha güzelini televizyonda görür, “Keşke bu benim olsa” der. Ancak bir adam yalnız karısına razı olur. O vakit o hanede samimi muhabbet ve hürmet-i mutekâbile gitmekle beraber, gâyet çirkin ve alçakça hisler uyandırmaya sebe-biyet verebilir.
Şimdi mevzuun bize dayanan tarafına geldik. İnsan hemşire, bacı misillü mahremlere karşı fıtraten şehvâni his taşımaz. Yâni bu mahremlerden nikâh düşmeyen kızkardeş, hala, teyzelerin simasına bakarken fıtraten şehvet taşımaz, çünkü mahremlerin simaları karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve mu-habbet-i hissiyeyi taşıyor ve “Ben senin kardeşinim veya teyzenim” diyor. Hal-buki bu zaman gibi, hiçbir zaman böyle dehşetli olmamış. Öyle bir ifsat var ki: “Allahümme ecirnâ min fitnet-i mesih-id deccâl-i ves-süfyân! Deccâl ve süfyân fitnesinden Allaha sığınıyorum.” İşte biz şimdi bu ateşin içindeyiz. Bilhassa genç kardeşlerim için iffeti muhafaza çok zor. Ekseriyet olan a’vamın haline ge-lince, Yâsin sûresinin onuncu âyetinde diyor: A’vâm “Biliyorum” der, bildiğin-den dönmezler, bunun için Cenab-ı Allah diyor ki: “Onlara ha anlatmışsın, ha anlatmamışsın, değişmez. Ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın, müsavidir.” Lâkayt kalırlar, konuşurken ağzını burnunu eğerek konuşurlar. Lâkaytlık mevzûu önemli derslerden birisidir. Mukaddemeye geçeyim, böyle dersler nefislere ağır gelebilir. Fakat nefsine vurana rahmet, biz nefsimizi değil, imanımızı beslemeli-yiz. Çünkü, dünyaya imanımızı inkişaf ettirmek için gelmişiz. O zaman imanımı-zın kurtulması için bize yardım edenlerden “Allah razı olsun.” diye duâ etmek lazım. İnsana muhakkak bir gâye lâzım. Hedef olmazsa nereye koşacaksın? Ama kendini kusurlu olarak tevehhüm eden insan, kusurlu olduğunu anlarsa istiğfar eder, istiğfar eden, istiâze eder, istiâze eden günahlardan kurtulur. Kusurlu ol-madığını zanneden istiğfar etmez. Kusurunu bilmeyen de istiğfar etmez.
Fakat imanın rükünlerinde hâsıl olacak bir şübhe ve inkâr, dinin teferrua-tında yapılan lâkaytlık, pek çok felaketli ve zararlıdır. İ’tikatta yapılacak en ufak bir hata, en büyük günahdan daha büyüktür. Meselâ: iman esasları altıdır. Beşi-ne inanıyor da, birine tam inanmıyorsan, gece gündüz namaz kılsan da bu iman-sızlık, bütün yaptıklarını siler götürür. İ’tikadi emirlerde kesinlikle şaka yoktur. Ama namaz kılmayan imansız değildir, günahkârdır. İnşâallah bir gün istiğfar eder kurtulur, namazını kaza eder. Fakat i’tikad esaslarında hata yapılıyorsa, ameli de götürür. Onun için i’tikadi dersler, bize en lazımdır. Demek ki bu mes'ele, ameli hayatı da toptan götüren bir mes’eledir. O zaman insan şöyle bir gayrette bulunmalı. “Evet ben bilfiil bu anlatılanları yapamasam da bilistidat, binniyet, bittakdir, biliştiyak, bilintizam kabul ediyorum” demelidir. Şeriatça hükmedilen bu amelleri yapamasa da bilistidat, iman edecek, “Doğrusu budur” diyecek, kabulü, takdiri o olacak, iştiyâkı ona olacak, taraftar olacak, iradesini bu sahalarda kullanma cehd ve gayretinde olacak. 29. Mektûbta “Ahkâmı yapama-san da ahkâmı hak bilmelidir.” diyor. Yapamadığı bir şeyde, üstelik yapamadığı tarafa da meyilli ise ve “Hangi zamandayız?” derse, o artık ma’nen ölmüştür. Allah o adama kısa zamanda iman nasip etsin. Kardeşim bu esasları, esası ile düşünsen, sana ne zararı var. Allah bizi af etsin. Bu asrın bir belâsıdır, başımıza yıkılmış. Cenab-ı Hak bizi korusun. Günah bir fiili işleyen adam “Yahu şuna bak, hangi zamandayız?” dese ateşe doğru gider. Kardeşim sen neden men edileni yapıyorsun? Cennet’e gitmekten mi korkuyorsun? “Cehennem varken, benim Cennette ne işim var?” mı diyorsun. Yapamazsan da niyetinde olsana. Bu tarafı tercih et canım. İşte bu hal, bu asrın belâsı ve deccâliyetin bize vurmuş olduğu darbenin en büyüğüdür.
Şimdi mühim mes’elemiz şudur: Kastamonu sayfa-71’de “Birden ihtar edi-len bir mes'ele-i mühimme: Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gâyet dehşetli yekûn teşkil ettiğine dâir rivayetler vardır. Bir adam o kadar çok günah işliyor, o kadar yükü ve ağırlığı var ki, sanki mal tüccarı gibi oluyor. Eskiden âdi bir adam, binler adam kadar günah işliyebilir mi idi? Ve bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlar var ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyanın harap olmasına sebebiyet verir? Bir adam bu kadar gü-nahı nasıl işleyebilir? Günahlar zina, içki, kumar, katl gibi belli iken, bu nasıl bir cinayet ki, binler adam kadar cinayet işlemiş gibi ceza görüyor? Bunu Üstad Hazretleri düşünüyor ve “Şimdi bu zamanda müteaddid çeşitli esbabını gör-düm.” diyor. “Ezcümle mütaaddid vücûhundan radyo ile anlaşıldı ki,” Halbuki, radyo televizyona nisbeten gül yağı ile yıkanmıştır. “O bir tek adam bir tek keli-me ile bir milyon kebâiri işler ve milyonlarla insana dinlettirmekle de günaha so-kar” Hadis-i Şerif ne diyor: “Onbeş şey gerçekleşmedikçe kıyamet kopmaz!” bu-yurdu Peygamberimiz (A.S.M.) Onbeşinin hepsini saymayayım: Birisi şu “Son-dan gelenlerin ilk gelenleri lânetlemesi” Ne garib, biz Osmanlıları kötülüyoruz! Bir milletin en alçağına söylenen “Piç” birinin bu milletin ilk adamı olduğu, çalgı âletlerinin çoğaldığı, kadınların çoğaldığı, içkinin bol bol içildiği, kocanın karısı-na her hâlükârda itaat ettiği vâki olmadıkça, kıyamet kopmaz.” Çalgıcı, oyuncu kadınların çoğalacağını söyleyen Peygamber (A.S.M.) sanki gözü ile bu zamanı görüyor. Şu medeniyet-i sefihe küre-i arzı, bir köy durumuna getirmiş. Bu asır-daki mimsiz medeniyetin yâni, medeniyet kelimesinin başındaki “me”yi alırsa-nız, deniyet kalır, alçaklık olur. Dünyanın en sefil yerinde yapılan bir günah, bi-zim en ücra köyümüze kadar getirebiliyor. Eğer bu âletler olmasa idi, o günah bizim köye gelene kadar, birkaç asır geçmesi lazımdı. İşlenen yeni bir günah hemen o akşam evlerdedir. Köydekiler dahi sabah kalktığı zaman akşam gördü-ğünü aynen taklit etmeğe çalışırlar. Bir gün köye çıkmış idim, kadının arkasında gübre sepeti, etek altında hem kot pantolon, Amerikan modeli. Bunu kim, nasıl sokmuş buralara ki, sırtında gübre sepeti olan kadının bacaklarında Amerikan çobanlarının pantolonunun bizim köyde ne işi var? Neden bu şuursuz hale gel-dik ? Osmanlı torunu şu gençler ve kızlarımız Amerikan piçini aynen taklit edi-yorlar. Neye bu hale geldik? Nereden öğreniyorlar bunu? Bu kızın evine dergi girmez, gazete girmez, peki bu kız nasıl bu hale geldi? Bakışlar farklı, yürüyüşler farklı, elbise farklı olmuş. Siz deccâldan kaçıp, ta dağların arkasına gizlenseniz dahi, demek kurtuluş yok. İnsanlar camlardan bakacaklar ve boynuzlanacaklar, kafasını içeriye sokamayacaklar. Televizyon antenini anlatıyor, anlayın.
Televizyon dünyayı bir köy haline getirmiş ve insanın ruhunda dünyaya açılan pek çok menfezler dolayısıyla dünyanın sefahatına karışarak ruhunu bü-yük himmete muhtac etmiş. Halbuki sen bu düşüşe layık değilsin, fakat maale-sef lâiksin. Sen layık olsan sana hidayet gelirdi. Fakat sana böyle birşey gelmez. Lâik zihniyetle, dinden kopuk bir hayat yaşayan, her mes’eleyi kendi kafasına göre şumüllendiren ve hareket eden adama başka ne denir?
Peygamberler vahiy ile idare edilir, hata yapmazlar, çünkü ismet sıfatı var. Asfiyalar ilham sıfatı ile idare ediliyorlar. Hayvanlar herşeyi öğrenmiş olarak dünyaya gelirler, meselâ bir kedi doğduğu günden öleceği güne kadar ne lazım ise, öğrenip dünyaya gelir. İnsan ise dünyaya öğrenmek için geliyor. Bu du-rumdaki sen, öğrenmeye gitmezsen, seni hangi kategoriye sokalım?!
Peygamber değilsin, asfiya değilsin, hayvan hiç değisin, seni hangi kate-goriye sokalım?. Çünkü, Üstad diyor “Sen hayvan dahi olamazsın” Öğrenmek için gelmişsin, fakat öğrenmiyorsun, peki seni nereye sokacağız? İşte senin için bu sefer başka bir madde bulduk. Muztar kalarak “Meyyit-i müteharrik” yâni, “Yürüyen ölü” dedik sana . Şair “İlim ilim, bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nasıl okumaktır?” demiş. Sen öğrenmeye gitmezsen, te-kâmül ile tekemmül etmezsen, neye dünyaya geldin? Bu kadar kıymetli cihazlar bir çivi çakmak, badana yapmak, cam takmak için mi sana verildi? O zaman, bu kadar hârika cihazlar, masraflar israf olmaz mı?
Üstad diyor: “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler!” Üstad ayıkları uyandırmağa çalışıyor. Umûr-u dünyeviyede müsamaha ve teşebbüh ile medeni-lere yaklaşan, yâni “Ben onlara yaklaşırsam onları düzeltirim” diyen saf Müslü-manlar vartaya düşüyorlar. Bazıları da sıla-ı rahimi yanlış tatbik ediyorlar. Anne, baba ve akraba ile alâkayı kesmemek, ne demek biliyor musunuz? Bu mütedey-yin anne, baba ve akraba arasındaki alâkayı kesmemektir. Yoksa dinden uzak-laşmış, câzip, mimsiz medeniyetin âdetleri ile donatılmış eve giremezsin ki. Sen o eve girsen Cehenneme gidersin. Asıl sıla-i rahim, bir da’va ruhu için mü’minlerin bir araya gelmesidir, ama halk arasında, ana babayı ziyaret etmek diye anılır bu. O fâsıkların evlerine girdin mi, televizyon seyredeceksin, gafletin daha da artacak. Sonra sıla-i rahim mektûbla da, telefonla da olur. Üstad diyor: “Teşebbüh ile medenilere yanaşmayın, çünki aranızdaki dere pek derindir” O-nun hayatı gayr-i İslâmi, senin hayatın İslâmi? O sana zıt değil mi? Siz bu fakirin hayatının medresede geçtiğini bilirsiniz. Kur'ân “İnnen nefse le emmârat-ün bi sû-i” diyor. Yusuf (A. S.) “Nefs-i emmâreye i’timad edilmez” diyor. Samimi söy-lüyorum, eğer benim evimde televizyon olsa, kesinlikle duramam, bakarım. Ama biliyorsunuz, açık saçık kadının kafasına bakıp da “Günahdır” diyen, yalnız gü-naha girer. Ama “Günah değil, mahzuru yok!” derse küfre girer. Çünkü bir ha-ramı inkâr etmek küfürdür. Zaten sen televizyonu eve niye koydun? Koyduğun halde neden bakmayacaksın ki, nasıl bir gücün var ki bakmayacaksın? En meş-ru zannedilen haberi dahi kadın söylemiyor mu? Maksadın haber dinlemek ise, radyo yetmedi mi? Diyelim ki, haberi dinlemek için kadına bakmıyorsun, fakat yanlışlıkla görsen, ikinci defa tekrar baksan, o bakış günah değil mi? Sen şimdi bana desen “Kardeşim bana kızıp ne söylüyorsun, benim meşrû hakkımdır. Olup bitenden haberdar olmayayım mı? Sen onu icad eden deccâliyete kız! Bana gü-nahı o işlettiriyor.” desen. Cevaben, Felak sûresinde “Herkesin kafalarına sihir-baz gibi zehirli üflemeleri” diyorum, mikrofon ve televizyon öyle câzip bir du-rumda ki, girdaba düşmüş gibi insan kurtulamıyor. Nehirde suyun üzerindeki saman çöpünü düşünün, o nasıl kurtulup kendini dışarı atacak ?
“Peki ben bu durumda ne yapmalıyım?” dersen, “İslâmiyet daha önce, tedbirleri sana söylemişti.” Bakın demin ne dedim “Benim evimde olsa, inanın ben dayanamam bakarım.” Çünkü herkesde nefs-i emmâre bulunur. Evine al-mışsan, mutlaka bakarsın! Rabbimizin “Zinaya yaklaşmayın!” demesindeki hik-meti düşünün. Halbuki, yabancı bir kadının yüzüne şehvet uyansın, uyanmasın bakmak haramdır. 1800’lü yıllarda Allâme Fâkih İbn-i Abidin zamanında böyle olduğu gibi, bizim imamımız zamanında da, kadının yüzüne bakmak nefis ister uyansın, ister uyanmasın kat’iyetle yine haramdır. Bu asır öyle bir asır ki, elması cama tercih ettiriyor. Bu asırda binlerce maddî ve ma’nevî hukuku mahveden, deccâliyetin en büyük silahı televizyondur. İnsanın kalbini, ruhunu, ma’neviyatını öldürüp çöpe atıyor, vesselam.
Yarabbi bizleri haramı haram bilip yaklaşmayan hâlis müttakilerden eyle, Âmin.

27.08.2007 - nurkan

T E L E V İ Z Y O N F İ T N E V İZ Y O N B E L Â S I

Aziz. Muhlis, Müttaki kardeşim,
Televizyona bakma ve seyretmenin zararlarını merakla sormanız üzerine, mevcud vesikalardan hazırladığım aşağıdaki ma’lûmatları zât-ı âlilerinize arzediyorum.
Evleri (hattâ odaları) dersane yapmalı. Fakat, dersanede de televizyon olmaz. Cemiyette evham hastalığının asıl sebebi, televizyonun celbettiği habis ervâh olup, o evin sâkinlerini ruhen (devamlı) rahatsız ediyorlar. Kadın, zâten kontrolsuz hayatı ile, ervâh-ı habîsenin da'vetçisidir. Kafası geniş dâirede olanlarla, bu mevzuda, televizyon hakkında konuşulamaz. Zâten, Risale-i Nur'un ölçüleri müvacehesinde olanlar ise, televizyon mes'elesini halletmişlerdir. Evet, müttaki' olanlar, bu gidişâtı tasvib etmezler, etmemelidirler. Hem fikren, kalben, şuûren, niyeten, fiilen televizyonu tasvib etmezler. Çünki, televizyon ferdin ve cemiyetin takvasını bozuyor.
Üstâdımızın bu mevzuda söylediklerinden bir kısmını dercediyorum:
“Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur.. “ S: 27
“Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez . . Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. “ S: 737 - 738
“Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirdiği için ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam (Hattâ 24 Saat) gazetelerle (ve Televizyonia) günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş de, çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.. . medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar olmuş kimselerden başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkül olmuştur.” ” Büyük Ms: 184
“Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz. Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi onüç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.
Elcevab: "­innel insene le zalum" âyetine en a’zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya merakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur. Meyletse . . . . . . . . . . . . .
"vele terkenu illellezine zalemü fetemeskümünnar” (Kastamonu Lâhikası: 208)
Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde (güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.
Elhasıl: Nasılki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki; hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir ye’se düşüp "le tegnetü min rahmetillah" emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstehak olur.” Emirdağ 1: 58
“Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tiryak misal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.” Kastamonu: 105
“Bir Nûr Talebesinin hayatında dört merhâle, dört devre vardır.
1- Şevk devresi, ruhun hakikatleri kapmasıyla olur, hayr-un nâs olur.
2- Muhabbet devresi, Bu devrede Risâle-i Nûr kalbde mekân tutar. Bu devrede tehlike yoktur. Çünki, evinde tavuk pişer, fakat o medresede çorbaya koşar. Evinde kuş tüyü yatak vardır, o dershânenin kırpıntı yatağına gelir.
3- Sebât devresi, tehlikeli olan bir devredir. Bu devre ülfetle, alışkanlıkların perde olmasıyla zuhûr eder. Bu devrede enâniyet gelişir, süflî arzular çoğalır. Bu devreyi, bildiğiyle amel ederek, sebât etmekle geçirmelidir. Gâye, en az zâyiatla bu devreyii atlatmak olmalıdır. Çünki, bu devrede o kimsenin kardeşleriyle irtibâtı azalır, derse devamı gittikçe azalır, içtimâî mes’eleler aklını kurcalar, onlara ilgisi artar. Sebât devresinde muvaffakiyet, ancak günahlardan tam çekilmekle, takva ile, Risâle-i Nûr’un kudsiyetine îmân etmekle, Nûr’larla meşgûliyeti artırmakla ve derslerin tamamına devâmla hâsıl olur. Bu tehlikeli devre böylece asgarî zararla atlatılır.
4 - Sadâkat devri, en son merhâledir. O zaman Arabistan’dan Kutb-u A’zam da da’vet etse, hürmet eder, fakat yine Risâle-i Nûr’a koşar . Ceylan Ağabey Dosyası”
Hülâsa: Demek insana göz, kulak gibi iki büyük nîmet-i İlâhiye emânet olarak verilmiştir. Bu iki emânet-i İlâhiye olan cihazın vezâifi de, onların sânii olan Cenâb-ı Hak tarafından tâyin edilmiştir. O Sâni-i zül Celal bu vezâifi de Peygamberi vâsıtasıyla kitaplarında beyan buyurmuştur. Şöyleki;
Gözün vazîfesi, bu kitâb-ı kebir-i kâinâtı mütâlaa etmek, bu teşhirgâh-ı âlemdeki Cenâb-ı Hakkın antika san’atlarını müşâhede etmek, gayr-ı meşrû yolda istimal etmekten içtinâb etmektir.
Kulağın asıl vazîfesi, hak söz ve Kur'ânı dinlemek, kâinattaki mevcûdâtın zikir ve tesbîhâtını duymak ve kulağı lüzumsuz şeylerden, mâlâyâniyattan men’etmektir.
Her kim ki, bu iki cihazın yukarıda belirtilen vezâifini idrak etmez, onları gayr-ı meşrû bir tarzda istimal ederse, dünyâda günahlar sebebiyle göz ve kulağa ma'nevî bir perde çekilir. Böylelikle o şahıs, manen kör ve sağır olur. Âhirette ise, bu dünyâda o cihazların hakkını edâ etmediği ve mânen onları kör ve sağır ettiği için, maddeten de kör ve sağır olarak haşrolunur. Ve bu iki cihaz, sâhibi aleyhinde şehâdette bulunur.
Her kim de, bu iki cihazın kıymetini derkedip, onları Mâlik-i hakîkîsinin emir ve izni dâiresinde istimâl ederse, dünyâda iken daha Cennet’e gitmeden Cennet’in zevkini tadar. Âhirette ise bu iki cihaz, sâhibi lehinde şahâdette bulunur ve Cennet’te nihâyetsiz bir saâdet ve lezzete mazhâr olmasına vesîle olur.
“Gölgeli, gölgesiz bütün sûretler haramdır. Bütün sahâbe ve tâbiin ulemâsı, İmam Şâfii, İmam Sevri, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe ve bunlardan başka diğer bütün ehl-i sünnet vel cemaât ulemâsı aynı görüştedir..” (Müslim şerhi cilt 13 – 14 / sayfa 81)
Sâlisen: Fukahâ-yı İslâmın “sinema helaldir” diye fetvâ vermeleri, sûretleri alması (mekanik işlem) itibâriyle “helaldir, sûretperesliğe girmez” demektir. Yâni, televizyonun ve kameranın sûretleri alması ve göstermesi, fotoğraf gibi sûretperestliğe girmediği için “helaldir” diye fetvâ vermişlerdir.
Fakat, gösterilen programlar itibâriyle ve o programları seyreden şahıslar îtibâriyle bu hüküm tebeddül eder. Eğer gösterilen programlar Şeriât-ı Ahmediye (A.S.M.)’a muvâfık ise, kadın erkeği erkek kadını seyretmezse, o zaman bu cihazlar bir nîmet-i İlâhiye olur; Onlardan istifâde edilebilir. Eğer gösterilen programlar Şerîât-ı Muhammediyeye muhâlif ise yâni, kadın erkeği erkek de kadını seyrederse, bu husus zâten fukahâ-yı İslamca haram kabul edilmiştir.
Demek televizyon ve kameranın helal oluşu, sûretleri alması ve bunu göstermesi, işleyiş îtibâriyledir. Bu husus sûretperestliğe girmediğinden, fukahâ-yı İslamca helal kabul edilmiştir. Televizyonun haram oluşu ise, gösterilen programların, oynatılan filimlerin Şeriât-ı Muhammediyeye muhâlif olması ve kadının erkeği, erkeğin ise kadını seyretmesine sebebiyet vermesi dolayısiyledir.
İşte fukahâ-yı İslâmın bu maksadla vermiş olduğu bu fetvâyı, bugünkü gay-rı meşrû programlarla dolu olan televizyon için tatbik etmek ve “televizyonu seyretmek helaldir” diye yanlış bir sûrette yorumlamak ve böylece fetvâ verip, etrâfa neşretmek, İslâmiyetin ve Şeriât-ı Muhammediyenin rûhuna taban tabana zıt bir günah harekettir.
Râbian: Şeriatça, bâzı sesler helal, bâzıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbânî aşkları, îras eden sesler helaldir. Yetîmâne hüzünleri
Sâminen: Şimdi de radyo ve televizyon hakkındaki şer’î hükümlerden kısaca bahsedelim. Radyo ve televizyon hakkındaki şer’i hükümlerin hülâsâsı şudur ki:
1 – Eğer haberi radyoda ve televizyonda söyleyen, okuyan kadınsa ve haberleri dinleyen veya seyreden erkek ise zâten erkeğin kadını seyretmesi haramdır. Dinlemek mes’elesine gelince, eğer dinleyen o erkekde, kadının sesini duyarken bir şehvet hissi uyanırsa o zaman o şahsa, dinlemekde haram olur.
Eğer haberi okuyan erkekse, dinleyen kadın ise, kadının erkeği seyretmesi haram olduğundan seyredemez. Dinlemek konusunda da eğer o erkeğin sesinden dolayı kendisinde bir şehvânî his uyanırsa, o dinlemekde haram olur.
Eğer haberi okuyan 80-90 yaşlarında bir pîr-i fânî ise, dinleyen ve seyredenlerin kendisine karşı şehvânî arzuları uyanmayacak hâle gelmiş ise, veyâhut o okuyan sabî, çocuk ise ve şehveti uyandıracak halde değil ise, o zaman erkeğin kadını, kadının erkeği dinlemesi, seyretmesi câiz olur. Yoksa bütün süsü püsü ile arz-ı endam eden bir erkeğin veya bir kadının sûretini izlemek veya seslerini dinlemek haramdır. Şeriâta göre şehveti uyandırmanın ölçüsü şudur. Yâni, ya okuyan 80-90 yaşlarında bir pir-i fâni veya şâb-ı emred de olmayan küçük çocuk ise ve kendilerinde, izleyenlerin şehvânî hislerini tahrik edecek bir durum mevcut değilse, o zaman izlenebilir. Yoksa, okuyan genç erkek ise, onu seyretmek kadınlara, okuyan genç kadın ise, onu izlemek erkeklere haram olur. Bakmak hususunda, kadının erkeği, erkeğin kadını seyretmesi, ister şehvet uyansın, ister uyanmasın, haramdır. Dinlemek husûsu ise. dinleyen şahısta şehvânî his uyanırsa, o da haram olur.
2 – Haberler ve diğer programlarda gıybet mevcutsa yâni, biri diğerinin arkasından atıyorsa, gıybeti yapmak şer’an haram olduğu gibi, dinlemek de haramdır.
3 – Haberlerde ve diğer programlarda şer-i şerîfe muhâlif şeyler anlatılırsa, bütün şeylerin söylenmesi haram olduğu gibi, dinlemesi de haramdır.
4 – Meşrû dâiredeki ilâhîlerle def çalmak gibi, hevesatları televizyonda seyretmek veya radyoda dinlemek, o da erkek erkeği, kadın da kadını seyretmek ve dinlemek şartıyla câizdir.
5 – Sinema, tiyatro vb. gibi tenâsuhvâri eğlencelerin İslâmiyette yeri yoktur. İslâmiyet nâmına, hizmet amacıyla çevrilen filimler ve piyesler de buna dâhildir. Şer’an, bunlar dâhi haramdır. Çünki bu tür film ve piyeslerde gerek Sahâbe-i Kirâmın, gerek büyük zatların, gerek diğer insanların sûretine girmek ve onları taklîd etmek var. Bu ise, fukuhâ-yı İslamca haram olarak kabul edilmiştir. Hem yine aynı film ve piyeslerde, kâfirlerin, müşriklerin rolüne girip onları taklid etmek ve canlandırmak var. Bu dahi haramdır, küfrü mûcibtir.
6 – Avrupayı taklid niyetiyle bütün programlar, taklid niyetiyle olduğundan tamâmen haramdır.
7 – Eğer zarûrat-ı diniye, radyo ve televizyonda anlatılırsa, muallim olarak da yalnız bir erkek varsa, başka tâlim edici yoksa, kadınların o erkeği dinlemesi câizdir. Veya tâlim edici erkek olmayıp yalnız bir kadın muallim varsa, erkeklerin bu kadını, zarûrât-ı diniyeyi öğrenmek için dinlemeleri veya seyretmeleri câiz olur. Başka muallimler varsa kadının erkeği, erkeğin kadını dinlemesi haram olur.
8 – Eğer dünyevî ilim ve san’at ile ilğili mesâil anlatılırsa, yine hüküm evvelki madde gibidir.
9 – Şer-i şerîfe muhâlif olan lehvîyat ve füzûlâtı dinlemek ve gayr-ı meşrû manzaraları seyretmek ise kesinlikle haramdır.
10 – Televizyon hem göze, hem kulağa hitâb ettiği için, bu hususta radyodan daha şiddetlidir.
11 – Hârici siyâset memurları ve erkân-ı harpler ve memurlar bir derece vazîfe münâsebetleri bulunan haberleri dinleyebilirler. Diğerlerine ise, luzumsuz ve malâyânîdir.
Üstâd Hazretlerinin bu beyânatlarından haberleri dinlemenin câiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Aziz Kardeşim;
Ekser de olsa, tullâb-un nûrun tarz-ı harekâtı bizim için rehber olamaz. Rehberimiz başta, Kur'ân-ı Mû’ciz-ül beyân ve Ehâdis-i Nebevîyedir. Ve bu ikisinin îtikâdî yönünü îzah eden İmam Eşâri ve İmam Mâturîdînin görüşleridir. Ve bu ikisinin görüşlerini bu zamânın insanının anlayabileceği bir lîsanla îzah eden Risâle-i Nûr eserleridir. Kur'ân ve Hadisin amelî cephesini îzah eden de, dört mezheb imamlarının görüşleridir. Bizim için rehber olacak bunlardır. Risâle-i NûrTalebelerinin tarz-ı harekâtı bunlara uyarsa, kabul edilir, uymazsa reddedilir.
(Bizler körü körüne mukallid değil, muhakkikiz, vesselam. )

27.08.2007 - nurkan

Konular