TERÖR VE İRTİCÂ ÜZERİNE İSLÂMÎ GÖRÜŞLER

"Müslüman, elinden ve dilinden müslümanın selamette olduğu
kimsedir" mefküresine ulaşan bir insan, imanını kemale erdirmiş ve insanlığın hakiki manasını kavramış olur. Yıldırma, korkutma ve tedhiş manalarında kullanılan terör, dinimizin tasvip etmediği bir insanlık suçudur. İnsanlar can, mal ve namus güvenliği yönlerinde; düşünce, ibadet, çalışma ve kazanç elde etme hürriyetlerinde eşit haklara sahip bu-lunmaktadır. Onları korkutup yıldırarak bu gibi haklardan mahrum et-meye teşebbüs edilmemesi gerekir.

Müslümanın terör karşısındaki tavrı, mutlaka fitneden uzak durmaktır. İki kampa ayrılmış taraflardan birini tercih etmek, asabiyetten kaynaklanıyorsa, kesinlikle yasaktır. Her nefesini insanlığın kurtuluşu için harcamış bulunan Peygamberimiz, ümmetlerini şöyle uyarmakta ve "Yakın bir gelecekte bir takım hadiseler, fitneler ve ihtilâflar olacak. O sırada, öldürülmek pahasına olsa da, kâtil olmamaya gücün yeterse (onu) işle" (15) buyurmaktadır.

İleriyi gören, millet ve memleketimizin geleceğini düşünen bir müslüman, fitne ateşini söndürmeye çalışacak ve kargaşaya sebep olmayacaktır. Zira
fitne, adam öldürme hadisesinden daha beterdir. Çünkü anarşik hadiselerin ne gibi felâketlere yol açacağı ve kaç kişinin ölümüne sebep olacağı peşinen bilenemez. Bu ciheti dikkate alan kimse, fitneyi uyandırmaktan son derece sakınmalı ve "Fitne vaktinde kişinin selâmeti, evinde oturmasına bağlıdır" (16) hadis-i şerifini hatırdan çıkarmamalıdır.

Terörün karşı karşıya getirdiği insanlar, aynı memleketin çocukları bulunmaktadır. Tahrik edici mihrakların tesiri veya tehdidi altında kalarak iki ayrı kampa bölündükleri zaman, birbirine hasım cepheler hâline dönüşürler. Bu tehlikeye karşı bizleri uyaran Resûl-i Ekrem (s.a.v.), "Yakın bir gelecekte bir takım fitneler olacaktır. O sırada, oturan, ayakta durandan; dikilen, yürüyenden; yürüyen, koşmakta bulunandan hayırlı olacaktır. Kim de fitnelere yönelirse (fitne) onu kendisine çekecektir. Kim barınacak veya sığınacak bir yer bulursa oraya sığınsın (da ayaklanmalara karışmasın)" buyurmaktadır (17).

Bu hususta en çok dikkat göstereceğimiz nokta, menfi telkinlere kapılmamak; birlik ve beraberliğimizi korumaya ve kuvvetlendirmeye gayret göstermektir. Dış düşmanlarımızın tarih boyunca taktiği, "Parçala, hâkim ol" formülü olmuştur. Bu metod, geçmiştekine uygun biçimde, hâlen tatbik olunmaktadır. İddiamızı bir misal ile arz edelim, Asr-ı saadette Şemmâs bin Kays adında yaşlı bir yahudi vardıı. Müslümanlara karşı düşmanlığı ve kini çok şiddetli idi. Evs ve Hazrec kabilelerinden olup da İslam dini ile müşerref olmuş bir takım ashap, bir arada oturmuşlar ve samimi bir hava içinde konuşuyorlarmış. Onların yanlarından geçen bu kartalmış Yahudi, cahiliyet devrinde aralarında şiddetli bir düşmanlık bulunan bu zatların birbirlerine karşı sevgi ve sa-mimiyetlerini görünce, "Bunlar böyle toplandıkça Allah'a andolsun ki, bizim buralarda kararımız kalmaz" diye mırıldanmış.

Biraz ileriye gidince, yanındaki Yahudi delikanlısına "Haydi şunların yanına otur, BUÂS gününü ve daha evvellerini onlara hatırlat. O zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçalar da okuyuver" diye tenbih etmiş. Evs ve Hazrec kabileleri yüz yirmi sene birbirleri ile harp etmişlerdi. Evs'in Hazrec'i mağlup ettiği güne "Yevm-i buâs" adı verilmekteydi. Delikanlı, yaşlı Yahudinin dediğini yaptı ve aralarında bir münâkaşa kapısı açtı.
Kızışan iki taraf, birbirlerine karşı tefâhur etmeye başlamış ve sonunda bir münâkaşa doğmuştu. Her iki taraftan birer adam ortaya atılmış ve birbirlerine söz atmaya başlamışlardı. Biri, diğerine hitaben "İsterseniz bu gün yine öyle bir gün yaparız" demiş ve her iki taraf öfkeye kapılmış ve "Haydi Harre meydanına" diye mücadelenin yerini tesbit etmişlerdi. Evs kabilesi birbiri ile, Hazrec kabilesi de kabilesinin men-supları ile birleşmişlerdi.


Tam bu sırada durumdan haberdar olan Peygamberimiz, muhacirlerden bulunan bazı sahabeleri yanına alarak onların yanına gelmiş ve "Ey müslümanlar topluluğu! Allah, Allah! Ben aranızda bulunurken de mi cahiliye davası yapıyorsunuz? Cenâb-ı Hak sizleri İslâm'a hidayet ettikten, küfürden kurtarıp inayeti ile cahilîyyenin kökünü kisdikten ve aranızı telif ettikten sonra yine eski küfre rücû mu ediyorsunuz?" diye nasihat edince hepsi düştükleri durumun şeytanın tuzağı olduğunu anlıyarak silahlarını bırakmışlar ve birbirleri ile kucaklaşarak ve göz yaşları içinde birbirlerinden özür dilemişlerdi.

Hz. Muhammed'in ümmeti: O yüce Peygamberin sünnetine sarılmalı; meşreb, mezhep ve ırk farklarını bir tarafa bırakarak Kur'anı Kerim'in "Hepiniz Allah'ın kopmaz ipine sımsıkı sarılın" fermanına uyarak, alevlenme istidadı gösteren fitneyi teskin etmeye çalışmalı ve "Fitne uyumaktadır. Onu uyandırana Allah lânet etsin" (18) hadis-i şerifindeki bedduaya kendisini hedef yapmamalıdır. Aklı başında bulunan müslümanlar, yapıcı tedbir almaya ve çare bulmaya çalışmalıdırlar. Vâsile bin Eskâ'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Ey Allah'ın Resulü, asabiyyet nedir?" dedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), "zulüm üzerine kavmine, yardımcı (ve yardakçı) olmandır." (19) buyurdu.

İrtica söylentilerine gelince, birçok terimde olduğu gibi, bu mevzuda kavram kargaşasına düşülmektedir. Âdem aleyhisselâm ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamberdir. Beşer hayatı, din ile başlamış ve ilâhî hükümlere dayalı olarak inkişaf etmiştir. Dine aykırı bulunan sapkınlıkların en ileri derecesi bulunan inkârcılık (küfür), Hz. Âdem'in oğlu Kabil'in cinayet irtikâbı ve dinden irtidâdı ile başlamış oldu.

Tarih boyunca inkârcılığı ilerleten ve bir takım salâhiyetlere sahip olan din aleyhtarı kimseler, dinî sahadaki masum bir gelişmeyi gördükleri zaman, bu ilerleyiş ve "irtifâ"yı çarpık bir kelime olan "irticâ" ismiyle fesat piyasasına sürmeye kalkışmışlardır.

Kur'an-ı Kerim okuyanların adedinin artmasını, İslâmî ilimlerde ilmî kariyere sahip ihtisas ehlinin çoğalmasını, camilerde cemaatle namaz kılanların fazlalaşmasını, başını örten kadın ve kızların görülmesini çekemeyen ve İslâm dinine karşı sempatisi olmayan fertler ve bazı çevreler tedirgin olmaktadırlar. Işıktan gözü kamaşan yarasa gibi, ne yapacağının şaşkınlığı içinde irtica yaygarasına başlamaktadır.

Fizik, kimya, tip, astronomi gibi ilimlerde terakki fikrine karşı çıkan, yapılan barajlardan ve fışkıran petrollerden memnun kalmayan hakiki mânâda bir tek müslüman görülmüş müdür sahi? Doğmatik saplantılarla muhayyel şahıslar uydurup, olmamış bir işi onlar tarafından yapılmış gibi göstermeye kalkışmak, ayıp kelimesini aşan bir iftira olur. Şayet münferit bir vak'a olmuşsa zaman, mekân tesbit ederek, şahsın adını ve soyadını belirterek ilgili mercilere bildirilmesi en tabiî bir haktır. Ayağı sürçen atın başını kesmek ilim ve hikmete ters düşer. Yapılacak iş, onun tırnağını törpülemektir.

İki günün birbirine müsavi olmasını zarar kabul eden bir peygamberin ümmeti, ilk emri "OKU" fermanı ile başlayan bir kitabın yoğurup şekillendirdiği bir müslüman nazarında irtica, küfre, cehalete ve sapkınlığa dönüş yapmaktır ki, hiçbir mümin böyle bir yolun takipçisi olmamıştır ve olmayacaktır. Akif Bey'in birkaç beyti ile sözlerimi tamamlamak isterim.

Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Zalimin hasmıyım amma, severim mazlumu,
Şu sizin lehcede irticâın mânâsı bu mu?

(14) Mişkâtü'l-Mesâbih, c. 1, s. 505.
(15) Feyzü'l-Kadir, c. 4, s. 101.
(16)Feyzü'l-Kadir,c.4,s. 116.v
(17) Buhârî, c. 4, s. 177.
(18)Feyzül-Kadirf c. 4, s. 461.
(19)et-Tâc, c. 5, s. 42.