Tevbe'nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, Allah tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur'ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. Allah Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe'nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe'nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe'nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin '(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu' demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah'a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah'ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah'a yönelmekle olduğunu ve Allah'tan yüz çevirmek, Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah'tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların Allah'tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta Allah'ın, Hz. Peygamber'in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey mü'minler! Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.


Ey iman edenler! Allah'a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen 'Nasûh tevbesi' hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe'nin faziletine Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, Allah'ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4

Muhakkak Allah Teâlâ'nın mü'min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra 'Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım' diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah'a şükretmek için 'Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum' diyeceği yerde 'Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun' demiştir.

Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: 'Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: 'Ey Adem! Allah'ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!' Hz. Adem (a.s) Cebrail'e 'Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir'.

Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe'niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe'nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe'nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe'nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah'ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir' diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim 'kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir' mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah'ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim 'hepsi Allah'ın mahlûkudur' dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de Allah'ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü Allah Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte 'şu yemek şehveti teskin eder' ilmini, 'şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?' diye çarpışan fikirleri, sonra 'hiçbir mâni yoktur' ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine 'ihtiyar' (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah'ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de Allah'ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de Allah'ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allah Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

Allah'ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan Allah Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, Allah Teâlâ 'Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur' ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi Allah'ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi... Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları Allah'ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

Allah Teâlâ'nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: 'Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın'. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi 'Bu halis bir cebr'dir' der, kimi (Kaderîler gibi) 'Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi Allah Teâlâ'dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur'ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, Allah'ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah'tan başka yaratan ve Allah'tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık' demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: 'Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!' Filin dişine dokunan kişi demiş ki: 'Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir'. Filin kulağını elleyen demiş ki: 'Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi' dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir'. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de... Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe'nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, Allah Teâlâ'nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.





4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ud'dan)
6) Fiili Allah'a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş'arîlerdir.

2 yorum

pişmanlık da bir tövbe şeklidir.

kardeşim tövbelerin yürekten olması insanın gösterdiği pişmanlık ve çektiği acılara göredir.günahının büyüklüğünü göremeyennin tövbesi büyük olmaz.işlediği suçu kime karşı işlediğini bilmeyen tövbesi cılız olur.insanın sesi cılız,korkak ve kesik çıkıyorsa o günahına tövbe ederken bile korkuyor demektir.gönülden içten yakara yakara ağlaya ağlaya yada ağlamaya çalışmaya çalışarak,af edilme ümidi taşıyarak,pişmanlığını sesine niyazına yansıtarak dua edenin tövbesi niye kabul olmasın.bizlerin vazifesi abdest alıp istiğfar etmektir.rabbimizin affedeceğine büyük bir ümit taşıyarak ve aynı günahı bir daha işlemeyecek tahadüdünde bulunarak tövbe ve istiğfar etmektir.tövbenin kabulunu umarak tövbeye devam etmektir.usanmadan bıkmadan etmektir.bir taraftan tövbe ederken öteki tarafatan ise günah işlememeye ikkat etmektir.eksikleri tamamlamaya çalışmaktır.ibadetleri yapmaya çalışmak.duaları okumak,zikir evrad ile meşgul olmakta bir nevi tövbedir.rabbimiiz bizden allahtan ümidinizin kesmeyin derken günahınızın büyüklüğü ne olursa olsun derken bizim allahtan ümit kesmeye hakkımız varmı.biz kafir değiliz ki allahtan ümidimizi eselim.mümüniz allahtan ümidimizi kesemeyiz.
tövbelerimiz eğer yürekten olmuyorsa dilden yüreğe indirmeliyiz.onu hislere ruha kalbe indirmeliyiz.pişmanlıığımıza sadece dili değil kalbi ruhu akklı ve ruhumuzu ve zina edilen fercide de katmalıyız.
kardeşim özel günlerde af ilan eden rabbimizin kapısına gelenleri affetmek vaadi vardır.o affeder.yeter ki kul vaadinde dursun ve yine günah işlemesin.yapılan amelleri tövbeleri rabbimiz boş çevirmez.o kalplerin halini biliyor.insana nefis ve şeytan senin tövben tövbe değil desede kanmamak gerekir.çünkü pişmanlık bile bir tövbe şeklidir.halidir.tövbelerin içerisine ümitsizlik acabalar katmak.rabbimizin rahmetinden kereminden ümit kesmek olur.bu şüpheye düşmek iyi değildir.bunu terkedin.şeytana aldanmayın.kulağırıza tövbeniz kabul olmuyor deyince aldanmayın.bırakmayın.devam edin.rahmeti ilahiyeden ümit kesilmez.yeterki yeniden daha büyük olanını yapmayın.bilerek severek yapmayın.hastalık hali belki maazur oabilir allah katında çünkü düşünce bozukluğu vb gibi şeyler yüzünden belki irade elden çıkınca belki iiradesiz yapılmış olabilir.ama insan iradesiyle sarhoş olup adam öldürse yada zina etse mesul olur.ama birilerinin iyiliğinin altında kalmamak için kendisini ona sunsa yine mesul olur.sorumlu olur.insan şakadan eşine boş ol dese yine mesul olur.dikkat etmek gerekir.rabbimiz.imtihan gereği akla kapı açar ama iradeyi elden bıreakmaz.yani imtihan sırrı olarak iradeyi elden almaz.ilaçlar iradini elden asalarda.senin bir hristiyanla yakınlaşıp onunla zina etmen biraz kendi hatandır.çünkü o süreçlere gidilmesinde senin sorumluluğun vardır.başkalarını mutlu etmek adına bile olsa zinaya harama giremezsin.hatır için namusunu kirletemezsin.iffetini paralayamazsın.
kardeşim eleştir.herkesin yaşadığı şeyleri vardır.herkesin cahiliye dönemi vardı.HZ ÖMERİN BİLE 32 YAŞINA KADAR CAHİLİYE DÖNEMİ VARDIR.ÖNEMLİ OLAN terk etmektir.bırakmaktır.hakka hicret etmektir.dünyalık şeylerde iste.iyi bir eş.iyi bir ortam.iyi bir cemaat.iyi bir arkadaş grubu.iyi bir amel.iyi bir mutluluk isteyebilirsiniz.kendinizi kısıtlamayan.müslüman sadece dünyayı kalben terk eder.kesben terk etmez.çalışır.helal dairesinde.ahiret içinde iste dünyalık içinde elini aç iste.korkma herkes bu ahir zamanda her pisliğe ister istemeden bulaşmıştır.sende bulaşmışsın.belki ailen çecvren alamadığın eğitim yüzünden o ahir zaman günahlarının enkazında kalmışsın.ama artık aklını başına al.iyilerin içine karış.cemlaatlere burun kıvırma.cemaati olmayan kurdu şeytarndır.der efendimiz.tövbeni sürdür.örtüye bürün.iffet haya örtüsüne bürün.nette bana yazdığın sinirli ve asabi.laf kalabalığı yazına güzel cevap verdin.inşallah sana faideli olur.benim vaktim oldukça ihtiyacı olanlara ayırırım.tabiki sadece size ayırıp başkalarını görmemezlikten gelememem.ben sadece size küçük bir yol haritası çiziyorum.o kadar.uyarsanız dinlerseniz ne ala dinlemezseniz.uğraşmam.eskiden öylesi oldu .200 sayfa yazmak zorunda kaldım.ama.beyhude geçti.şimdi artık onu yapmıyorum.
allah tövbelerine sadık olanlardan eylesin.sen sadece ümit ve korku arasında ol.ne tam ümitsizliğe düş.nede tam korkuya kapıl.iki arasında kal.ve vazifelerini yap.ihmal etme.elden bırakma.rahmeti her şeyi kuşatan rabbimiz.niyetleri ve kalpleri en iyi bilendir.kulunun niyazını en güzel bilendir.tövbesinde samimi olanın affı olur.allahın rahmet denizini günahın bulandırmaz.korkma.şeter ki hakikatlere burun8 kıvırma .teslimiyet göster.eğer birisinden yardım istiyorsan.onun sözlerini dinlemelisin.ben manevi hastalıklarımı risalei nurun hakiki cemaati ve rizalei nurlar hastanasinde tedavi olarak geçirdim.o hasteneye ve o psikilojik manevi tedaviye deam ediyorum.senin eksikliğin cemaatsiz ve başsız kalman.cemaatin rahmetinden haberin olmaması.o cemaateki nurani ortamlardan,kardişliklerden samimiyetten haberi olmamasıdır.o sığınığa gidersen girersen daha iyi oacaksın.çükü iyi insanlarla düşüp kalkan iyi olur.sağlam olur.iyileşir.yoksa sadece uyuşturan ilaçlarla bunlar olmaz.vesselam.allah selamet versin.

Hayat gayeyi maksadını bilenlere güzeldir
Bilmeyenlere ise zehir zıkkım bir gazeldir.!
************************************************
Boş ve abes sözlerin maskaralığını yapmaktansa
güzel sözlerin hamallığını yapmayı tercih ederim.!

07.03.2011 - tahkik

yurekten tovbe edememek

ben kusurlari olan bir insanim ilac kullaniyorum yemekten bile lezet alamiyorum dolaysiyla yaptigim hic bi is gonulden olmuyo tovbeyi hemen hergun yapiyorum ama yurekten olmuyo cunku kalbim bombos aklim dolu aklim diyo ki yanlis bisey yaptin allaha tovbe et bende ediyorum aklim diyo ki dualarinda sadece imani nasip etmesi icin hidayet vermesi icin dua et kalbim demiyo bunlari hissedemiyorum robot gibi programlasmis bi sekilde bunu yapiyorum ezbere oluyo dolayisiyla ben ne durumda Allah a yakinim bilemiyorum birileri yardim etsin

04.03.2011 - kül kedisi