Kasıtlı Kasıtsız, Küçük veya Büyük Bir Günah İşleyip Tevbe Etmek İsteyen Kimsenin Niçin Acele Etmesi

Bu durumda kişinin üzerine farz olan tevbe, pişmanlık ve yapmış olduğu günahın tam tersi olan bir sevapla onu silmekle meşgul olmaktır. Nitekim biz bunun yolunu daha önce zikretmiştik. Eğer nefsi şehvetin galebe çaldığından dolayı bu günahı terketmeye müsaade etmezse, bu takdirde kişi, vâcib olanların birinden aciz kalmış olur.

Bu bakımdan ikincisini terketmesi uygun değildir. İkincisi de sevap ile günahı defetmektir ki günahtan sonra işlemiş olduğu sevapla günahı silmiş ve dolayısıyla sâlih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış kimselerden olsun! Bu bakımdan günahlara kefaret olan sevaplar ya kalple veya dille, ya da azalarla yapılır. Öyleyse sevap, günahın yerinde ve onun sebepleri ile bağlı bulunan bir merkezde bulunur.

Kalple yapıları günaha gelince, o günahı mağfireti dilemek hususunda Allah'a yalvarmakla telafi etmelidir. Tıpkı efendisinden kaçan bir kölenin zillet gösterdiği gibi. Zillet göstermekle o kalben işlediği günahı bağışlatmaya çalışmalıdır. Gösterdiği zillet, başkaları tarafından görünecek bir tarzda olmalıdır. Bu da kullar arasında kibrini eksiltmekle hâsıl olur. Bu bakımdan günahkâr ve efendisinden kaçan bir köle için başka kölelere gurur taslama imkânı yoktur ve manasızdır. Böylece kalbinde müslümanlar için hayır beslemeli ve ibâdetlere azimli olmalıdır.

Dil ile olan günaha gelince, bu günahı zulmü itiraf etmek ve istiğfarda bulunmak suretiyle telafi etmelidir. 'Yârab! Nefsime zulmettim, kötülük işledim. Günahlarımı benim için bağışla!' demelidir. Bu tür istiğfarları çokça yapmalıdır. Nitekim biz bunu 'Zikirler ve Dualar' kitabında zikretmiştik.

Azalarla yapılan günaha gelince, onu ibâdetler, sadakalar ve taatlarm çeşitleriyle telafi etmelidir. Nitekim bir rivayette 'Günahın arkasında sekiz amel yapıldığı takdirde, bu günah hakkında af umulur' diye vârid olmuştur. O amellerin dördü kalp amellerindendir.
1. Tevbe veya te vbeye azmetmek
2. Günahtan derhal el çekmenin sevgisi
3. Günahtan ötürü azaptan korkmak
4. Günah için mağfiret dilemek

O amellerin dördü de azaların amelleridir ve şunlardır:
a) Günahtan sonra iki rek'at namaz kılmak,
b) O iki rek'attan sonra yetmiş defa Allah'tan af talep etmek,
c) Yüz defa 'Sübhânallahilazîm ve bihâmdihf (Azim olan Allah ortaktan münezzehtir. Bunu onun hamdine bürünerek ikrar ediyorum) demek,
d) Sonra sadaka verip birgün oruç tutmak.

Eserlerin bazılarında şöyle vârid olmuştur: '(Günahlara kefaret olan şeylerden biri) tam abdest alman. (İkincisi) camiye girip iki rek'at namaz kılmandır'.69 Bazı haberlerde şöyle vârid olmuştur: 'Dört rek'at namaz kıl'.70

Günah işlediğin zaman, onun arkasından sevap işle. Bu takdirde o sevap onun kefareti olur. Gizliye gizli, açığa da açık kefaret olur.71

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Gizli verilen sadaka, gece yapılan günahların kefaretidir. Açıkça verilen sadaka, gündüz yapılan günahların kefaretidir!'

Sahih haberde şöyle vârid olmuştur: Bir kişi Hz, Peygambere 'Ben bir kadının peşine takıldım. Zina hariç, onunla her şey yaptım. Allah'ın hükmüyle benim hakkımda hükmet!' deyince, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
- Sen bizimle beraber sabah namazını kılmadın mı?
- Evet, kıldım.
- Muhakkak sevaplar hataları silerler!72

Bu hadîs-i şerif, zina hariç kadınlarla oynaşmanın küçük günahlardan olduğuna delâlet eder; zira bu günaha namazın kefaret kılındığı şu hadîs-i şerifin muktezasıdır:
Beş vakit namaz, aralarında vâki olan günahların kefaretleridirler. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır.

En uygunu bütün durumlarda müslüman hergün nefsini hesaba çekmelidir, günahlarını toplayıp onları sevaplarla defedip kaldırmaya gayret göstermelidir.

İtiraz: Günah üzerinde ısrar ettikçe, af talebi nasıl fayda verir? Oysa haberde şöyle vârid olmuştur:

Günah üzerinde ısrar ettiği halde günahtan af talep eden bir kimse Allah'ın ayetleriyle istihza eden kimse gibidir!73

Yine âlimlerden biri şöyle demiştir: Ben 'Allah'tan af talep ediyorum' sözümden ötürü de Allah'tan af talep ediyorum' ve yine denilmiştir ki: 'Dil ile af talep etmek yalancıların tevbesidir'. Rabiat'ül-Adeviyye de şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır'.

Cevap: İstiğfarın fazileti hakkında sayılmayacak kadar haberler vârid olmuştur. Biz bu haberleri 'Zikirler ve Dualar' bölümünde belirtmiştik.

Hatta Allah Teâlâ, istiğfarı Hz. Peygamberin bekasıyla eşit tutarak şöyle buyurmuştur:
Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azap verecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildi. (Enfâl/33)

Ashâbtan bazıları şöyle derdi: 'Bizim için iki emniyet vardı. Onlardan biri Hz. Peygamberin bizim içimizde olması idi. Bizimle beraber ancak istiğfar kaldı. Eğer istiğfar da giderse helâk olduk (demektir!)'

Bu bakımdan deriz ki: Yalancıların tevbesi olan istiğfar, sadece dil ile yapılan ve kalbin hiç katkısı olmayan istiğfardır, insanın, âdet olarak gafil bir şekilde 'estağfurullah' demesi gibi. Nitekim, cehennemin sıfatını dinlediği zaman 'Cehennemden Allah'a sığınırız dediği halde zerre kadar kalbinin bununla müteessir olmadığı gibi...

Bu sadece bir dil kıpırdatmasına dönüşür. Şahsın bunda hiçbir faydası yoktur. Fakat buna Allah'a yalvaran doğru bir irade, hâlis bir niyet ve rağbetle mağfiret talebinde ısrar eden kalp inzimam ettiği zaman bu haddi zatında bir sevap olur. Bu sevap ile günahın bertaraf edilmesi mümkün olur. İstiğfarın fazileti hakkında vârid olan haberleri bu tür istiğfara hamletmek gerekir.

Günde yetmiş defa bile istiğfar edip tekrar günaha dönen bir kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz!74

Bu hadîs-i şerifteki istiğfar kalben yapılan istiğfardan ibarettir. İstiğfar ve tevbe min birçok dereceleri vardır. Onların öncesi faydadan uzak değildir. Her ne kadar fayda onların sonralarına varmasa bile...

Nitekim Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: "Her hâlükârda kula mevlâsı lâzımdır. Onun hallerinin en güzeli, her şeyden mevlâsma dönmektir. Eğer günah işlerse şöyle demelidir: 'Yârab! Benim günahımı kapat! Ayıbımı kimseye gösterme!
Günahtan sonra şöyle demelidir: 'Yârab! Benim tevbemi kabul eyle!
Tevbe ettiği zaman şöyle demelidir: 'Bana günahtan mahfuz kalmayı nasib eyle!
Amel ettiğinde ise 'Yârab! Benden amelimi kabul eyle! demelidir.

Sehl'den günahlara kefaret olan istiğfarım mânâsı sorulduğunda cevap olarak İstiğfar önce icabettir. Sonra İnâbet, sonra tevbedir demiştir.

Bu bakımdan icabet azaların amelidir. İnâbet kalplerin amelidir. Tevbe de şahsın mevlâsma yönelmesidir. Şöyle ki: Halk terkeder, sonra içinde bulunduğu kusurundan ötürü nimetin hakkındaki cehaletinden ve şükrünü terketmesinden dolayı Allah'tan af diler! Böyle yaptığı takdirde affolunur. Bu takdirde sığmağı mevlâsnın yanında olur. Sonra tenhaya, sonra sebata, sonra beyana, sonra fikre, sonra marifete, sonra münacaata, sonra nefsin tasfiyesine sonra muvalata ve daha sonra muhâdiset'üs-sırr'a nakleder. Bu da hüllet'in ta kendisidir. Bu, kulun kalbinde ilim onun gıdası, zikir onun kuvveti, rıza onun azığı ve tevekkül de onun arkadaşı olmayınca istikrar bulmaz. Sonra Allah ona bakar. Onu arşa yükseltir. Bu bakımdan onun makamı hamelet'ül-arş'm makamı olur.

Kendisine Tevbe eden, Allah'ın habîbidir' hadîsinin mânâsı sorulunca cevap olarak dedi ki: Ancak şu ayette zikredilen vasıfların hepsine sahip ise Habib olur:

Tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, oruç tutan, rükû ve secde yapan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (Onları çiğnemeyen) insanlardır. O müzminleri müjdele!(Tevbe/112)

Yine dedi ki: 'Habib o kimsedir ki habibinin hoşuna gitmeyen birşeye girişmez!
Tevbe edenin iki meyvesi vardır. Onların birincisi, günahları telafi etmektir. Öyle ki kişi günahı olmayan bir kimse gibi olur. O meyvelerin ikincisi ise, yüksek derecelere varmaktır. Öyle ki Habib ve Dost olur.

Günahların kefaretleııdirilmesinin de dereceleri vardır. Bazısı tamamen günahın kökünü kazımaktır. Bazısı günahı hafifletmektir. Bu da tevbe derecelerinin değişikliği ile değişir. (Mesela) kalben yapılan istiğfar, sevaplarla, geçmiş günahları telâfi etmek her ne kadar derecelerin öncelerinde ısrar etmenin düğümünü çözmekten uzak ise de temelinden faydasız değildir. Bu bakımdan varlığını yokluğu gibi zannetmek uygun değildir. Müşahede ehli ve kalp erbabı şüphesiz bir bilgi ile bilmişlerdir ki 'Kim zerre mikkarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecektir' (Zilzâl/7) ayet-i celîlesi doğrudur ve hayrın bir zerresi bile faydadan uzak değildir.

Nitekim terazinin bir kefesine atılan bir arpa tanesinin tesir etmekten uzak olmadığı gibi... Eğer birinci arpa tesir etmekten uzak olsaydı, ikincisi de onun gibi olurdu ve böylece terazi, tanelerin artırılmasıyla ağır basmazdı. Oysa ağır basmaması mümkün değildir. Sevapları, terazisi ağırlaşıp günahlara ağır basıncaya kadar hayırların zerreleriyle ağırlık temin eder. Bu bakımdan sakın ibadetlerin zerrelerini küçümseyip de yapmamazlık etme! Günahların da zerrelerini küçümseyip onları yok sayma! Tıpkı ahmak kadın gibi her saat ancak bir ipe gücü yettiğini ileri sürerek yün eğirmeyi bırakıp şöyle der: 'Bir saatte eğrilen bir ipten ne zenginlik elde edilebilir? Bu kadar bir eğirmekten elbisede ne gibi bir tesir meydana gelir?'

Oysa ahmak kadın bilmez ki dünyanın bütün elbiseleri bu şekilde eğirilmiş de meydana gelmiştir. Alemin cisimleri, aktarın genişliğine rağmen, zerre zerre toplanmış ve meydana gelmiştir. Madem ki durum budur, o halde Allah'a yalvarmak, kalp ile günahın affını talep etmek, Allah katında asla zayi olmayacak bir sevaptır.

Ben derim ki: Dil ile yapılan istiğfar da sevaptır; zira gafletten de gelse, dilin istiğfarla kıpırdatılması, aynı saatte bir müslümanın gıybetiyle veya fuzulî bir konuşmakla kıpırdatılmasmdan daha hayırlıdır. Susmaktansa istiğfar etmek daha hayırlıdır. Sükûta nisbeten istiğfar etmenin fazileti anlaşılmış oldu. Ancak dil ile yapılan istiğfar, kalp ameline nisbeten eksiktir.

Bu sırra binaen biri Şeyh Ebû Osman el-Mağribî'ye75 şöyle dedi: 'Benim dilim bazı durumlarda, kalbim gafil olduğu halde zikreder, Kur'ân okur. (Acaba bunun sevabı var mıdır?)' Şeyh Osman 'Senin azalarından birini hayırda kullanıp ona zikri âdet eden, onu serde kullanmayıp ve fuzulî'yi ona âdet etmeyen Allah'a şükret!' dedi.

Ebû Osman'ın söylediği hakikatin ta kendisidir. Çünkü azaları hayır yapmaya alıştırmalıdır ki hayır işlemek, onlara tabii bir durum olsun! Bu alıştırma birçok mâsiyeti defeder. Bu bakımdan başkasından yalanı duyduğu zaman diline istiğfar etmeyi âdet edinen bir kimsenin dili, bu âdetine durmadan sebkat eder ve estağfirullah der. Diline fuzulî konuşmayı âdet edinen bir kimsenin dili 'Sen ne ahmaksın! Senin yalanın ne çirkindir!' (gibi) söze sebkat eder. Herhangi bir şerirden şerrin başlangıçları görüldüğü zaman, istiâze etmeyi âdet edinen bir kimse dilin sebkat hükmüyle Neuzübillâh (Allah'a sığınırım) der. Fuzulîleri konuşmayı âdet edinen bir kimse 'Allah ona lanet etsin!' der ve böylece birinde günahkâr olup birinde selâmet kalır. Onun selâmeti diline hayrı alıştırmanın eseridir.
Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükafatını zayi etmez. (Tevbe/120)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir.(Nisâ/40)

Dikkat et! Allah Teâlâ nasıl onun sevabını kat kat vermiştir! Çünkü o, gaflet halindeki istiğfarı diline âdet etmiş, dolayısıyla onunla gıybet, lanet okuma, fuzulî konuşma gibi serleri defetmiştir. İşte bu sevap, dünyada ibâdetlerin en azma karşı verilen kat kat sevaptır. Âhirette karşılığı eğer bilseler daha büyük olacaktır. Bu bakımdan ibâdetlerde sadece mücerred âfetlere bakıp onlardaki rağbetinin gevşemesinden şiddetle kaçın! Zira böyle bir gevşeme bir hiledir. O hileyi şeytan lanetinden ötürü mağrur kimselerin gözünde süslü göstermiştir. Onlara basiret sahipleri olduklarının hayalini vermiştir. Gizlileri sezen kimseler oldukları hülyasını kafalarına koymuştur. Bu bakımdan onlara 'Kalbin gafletiyle beraber dille yapılan zikirde ne hayır vardır?' dedirtmiştir. Böylece halk, bu hile hususunda üç kısma ayrılmıştır: Nefsine zulmeden, normal hareket eden ve hayırlara koşan!

Hayırlara koşan kişi, şeytana 'Ey mel'un! Sen doğru söyledin. Fakat bu kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir sözdür! Şüphe yoktur ki seni iki defa azaba garkedeceğim. İki yönden senin burnunu kıracağım. Ben dilin hareketine kalbin hareketini de ekleyeceğim' der! Bu kimse tıpkı şeytanın yarasına tuz serpmek suretiyle şeytanı tedavi eden bir kimse gibidir.

Mağrur zâlime gelince, o nefsinde bu inceliği sezdiğini tahayyül eder. Sonra kalben ihlasa varmaktan aciz kalır. Böylece dili zikre alıştırmayı da terkeder. Bu bakımdan şeytanın isteğini yerine getirir. Gururun ipiyle kuyuya dalar ve böylece şeytanla arasındaki ortaklık tamam olur.

Nitekim bir darb-ı meselde şöyle denilmiştir:
Kap kapağına uygun geldi ve boynuna sarıldı!76

Normal hareket edene gelince, o kalbini amelde (dile) ortak yapmak suretiyle şeytanın burnunu kırmaya muktedir olamaz. Kalbe nisbeten dilin hareketinin eksik olduğunu sezer. Fakat susmaya ve fuzulî konuşmaya nisbeten dilin istiğfara hareket etmesinin kemâl olduğuna da kanaat getirir. Böylece dil ile istiğfar etmeye devam eder ve Allah Teâlâ hayrın âdet edinilmesi hususunda kalbin diliyle beraber olmasını diler.

Bu bakımdan hayra koşan insan, dokuma tezgâhım zemmederek bırakan ve kâtip olan bir kimse gibidir. Nefsine zulmedip geri kalan ise, dokuma tezgâhını tamamen terkedip süpürgeci olan kimse gibidir. Normal hareket eden ise, yazmaktan aciz olup 'Ben dokumacılığın kötü olduğunu inkâr etmem. Fakat dokumacılık, süpürgeciliğe nisbeten değil de kâtipliğe nisbeten kötüdür. Ben katiplikten aciz olduğum zaman dokumacılığı bırakmam' diyen bir kimse gibidir. Bu sırra binaen Rabiat'ül-Adeviyye şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır!'

Rabiat'ül-Adeviyye'nin dil hareketini Allah'ın zikri olduğundan dolayı kötülediğini sanmayasın. Aksine Rabia Hatun, kalbin gafletini kötülemektedir. Bu bakımdan kişi dilinin hareket etmesinden değil, kalbinin gafletinden dolayı istiğfar etmeye muhtaçtır.

Eğer kalbinin istiğfar etmekten sustuğu gibi, dili de istiğfar etmekten susarsa, o vakit bir istiğfara değil iki istiğfara muhtaç olur. Kötülenenin kötülenmesini, övülenin de övülmesini böyle anlaman uygundur. Aksi takdirde şu sözün mânâsını anlamamış olursun: 'Ebrârm haseneleri (sevapları), mukarreblerin günahlarıdır!' Yani ebrarm sevapları, mukarrebler için günah sayılır; mukarrebler onları işlediği zaman, sevap değil günah işlemiş sayılır; zira bunlar başkasına nisbeten ve izafeten sabit olan şeylerdir.

Bu bakımdan bunları izafesiz edinmek uygun değildir. Senin için uygun olan, ibâdetlerinin de, günahlarının da zerresini dahi hakir saymayıp küçümsememektir.

Bu sırra binaen Cafer-i Sâdık (r.a.) şöyle demiştir: Allah üç şeyi üç şeyde gizlemiştir: 'Rızasını ibâdetinde...' Bu bakımdan siz ibâdetten hiçbir şeyi küçümsemeyiniz. Umulur ki Allah'ın rızası o küçümsediğiniz ibâdettedir. 'Öfkesini mâsiyette...' Bu bakımdan siz, mâsiyetten hiçbir şeyi küçümsemeyin. Umulur ki Allah'ın öfkesi oradadır. 'Velayetini kullarında...' Bu bakımdan siz, kullardan hiçbirini küçümsenıeyiniz. Umulur ki o Allah'ın velîsidir.

Câfer-i Sâdık bu üç şeye sunu da ekleyerek şöyle demiştir: İcabetini (kabul etmesini) duada gizlemiştir'. Bu bakımdan duayı terketmeyiniz. Umulur ki Allah'ın icabeti ondadır!

69) Sünen Sahipleri
70) İbn Merduveyh, Beyhâkî
71) Beyhâkî
72) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ud'dan)
73) İbn Ebi Dünya
74) Dualar bölümünde geçmişti
75) Adı Ebû Osman Said b. Kelâm'dır.
76) Bu mânâ Zemahşeriye aittir. İbareye başka şekilde mânâ verenler de vardır.