5. Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nime

Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.

Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi...

Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, Allah'ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, Allah'ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, Allah'ın gayrısıyla meşgul olup Allah'dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin Allah tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde Allah'ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!

İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken Allah'ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm'ül-Kitab'daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.

Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. 'Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi' düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:

Şu Allah'ın kitabıdır. Allah bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.
Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:

Bu Allah'ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta 'Şekavet ehlinin ta kendileridir' denilir. Sonra Allah Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allah Teâlâ bir devenin iki sağımı arası ka-dar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah'ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah'ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54

Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü Allah'ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, Allah'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, Allah'ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah'ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah'ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah'tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı 'Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi' diye düşünmelidir.

Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya Allah'a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber'i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a'lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil'i esfel-i sâfilîn'e düşüren Allah'ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü Allah'a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.

İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş...

Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.

Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!'55

İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur.

Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye kor-karsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel Allah içindir. Fakat Allah'ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki Allah Teâlâ 'Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem' sözünde sâdıktır. Allah'ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.

Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, Allah'ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya Allah'tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, Allah'tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.

55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat'tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.

Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine 'Ârif ateşten değil, ancak Allah'tan mahcub olmaktan korkar' denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, Allah'ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.

Allah Teâlâ'dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!





54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir'den)